31 Aralık 2009 Perşembe

Hoş Geldin Ya Şehr-i Noel

Efendim herkesin yeni yılını kutlar, bununla da kalmaz birkaç öğüt vermekten de geri kalmam:

1- Sınırsız alkol paketi sunan bir mekana gittiğinizde biliyorum, illaki işin cıvığını çıkaracaksınız. Size bütün içkileri midenizde harman yapmamanızı öneriyorum. Geri saymaya mazallah helada istifra ederken katılmak zorunda kalabilirsiniz aksi taktirde.

2- Dansöz poposu çeken bir kafatasım olduğuçün, eğer benim gibi olanlar varsa aranızda darbelerden kaçmak için mümkîn olduğunca duvar dibinde oturun. Çoğu mekan ucuz olduğundan dolayı teyzeleri dansöz diye çıkarttıklarından, onlardan kaçarak erkekliğinize toz kondurmuş olmazsınız. Müsterih olun.

3- Gittiğiniz mekan yeni yıl çekilişi yapıp, 10 TL karşılığı en küçüğünden, üzerine numara yapıştırılmış HOBBY çikolata mı veriyor? Sakın almayın, aldanmayın çünkü çekilişi artık siz beklemekten dayanamayıp mekandan ayrıldığınızda yapıyorlar! Ya da öyle olmalı, ben gerçekleşmiş bir çekiliş görebilene rastlamadım.

4- Nedense en umulmadık mekanın garsonları bile, (sanırım içip dağıtmış müşteriye, affedersiniz, yavşaklaşmak mübah bir davranış) siz kalkıp giderken bahşiş bırakmanıza rağmen kolunuza yapışıp "Abi en az tip de sizin masadan geldi valla ehüehhehe" gibi cümleler kurabilir. Ne kadar içmiş, şuurunuzu kaybediyor olsanız da kanmayın bu adamlara dostlarım. Hazır alkolü almış iken HÖEYYT! diye bağırıp, yeni yıla sinir ve stres seviyesini sıfıra indirerek girmek sizin elinizde!

 

MUTLU YILLAR!

Santalı Burak Efendi

26 Aralık 2009 Cumartesi

Bu Adam'ı Hiç Gördünüz Mü?

Adama da benzemiyor halbukiOrtalıkta bir kelle dolaşıyor, bir robot resim esasında ve ilk bakışta bir tecavüzcüyü andırıyor. Sevimsiz, biçimsizce gerilmiş dudakları ve kanatlanmış, uçmaya hazır kaşları (tek kaşı?) var. Saçları sol taraftan kelleşmeye yüz tutmuş ama kafanın genelinde de kurak bir iklim hakim.

Kim bu adam?

Birileri rüyalarında görer olmuş, ama anlatılanlara göre bu adam bizim "ak sakallı dede"lerimiz gibiymiş. İyi huylu, yardım sever, yol gösterir. Nasıl anlatayım, Freddy Kruger'in (A Nightmare on Elm Street) tam bir zıttı. Şarkısı da olsa olsa şöyle olurdu sanırım:

Bir, iki işte 'Adam' geldi / Üç, dört Adam'ın gözleri pört pört / Beş, altı Adam beni benden aldı / Yedi, sekiz kendisi maşallah pek semiz...

Örneğin yazılanlara göre rüyasında kaybolanların yolunu gösteriyormuş, üzgün olanların sırtını sıvazlıyormuş, gizli eşcinsel olanlarla bizzat ilgileniyormuş (Uydurmuyorum!) ya da uzun yola çıkacaklara yolluk hazırlıyormuş.

Dünyanın dört bir yanında bu adamın resminin olduğu el broşürleri (Flyer) ellerde, duvarlarda boy gösteriyor. İngilizce "flyer" bir sürü dile çevrilmiş, hala da çevriliyor. Bir internet sayfası hazırlanmış, burada rüya deneyimleri, fotoğraflar gibi bir rüya ile ilgili ne paylaşılabilecekse, işte onlar paylaşılıyor.

Bir girip bakılabilir bence.

25 Aralık 2009 Cuma

Rahatsız Oluyorum - 2

 

Aslında her şey öyle kolayca batmaz ben denize ama bana da asabiyet veren eylemler hayli fazla:

 

  • Ölümsüz erkeğe aşık fani kadının aşk-ı ızdırabı. (Vampirli filmlerin vaz geçilmez, işlenmezse olmaz konusu.)
  • Evin küçük erkeğinin baktığı telefonlarda, telefonu cevaplayanın hep evin annesi ya da büyük kızının zannedilmesi. (Küçük yaşta sinir hastası olmuşum,  komşu teyzelerin benimle annemmişim ya da ablammışım gibi konuşmalarının eseridir.)
  • T-shirt ya da sweatshirt'leri pantolon içine sokmak. (Sal gitsin aşağı bebeğim, hadi yapabilirsin, evet!)
  • Bir küfür edildiğinde arkasında sonuna kadar durmamak. (Adamın sülalesine sövüp de sonra "Annen, baban hariç." diyerek döneklik etmek nedir ey dost!)
  • Minibüste şoförün arkasındaki ilk 3'lü koltuğun en sağına oturmak zorunda kalmak. (Neden? Çünkü ortadaki şahıs her zaman vites koluğunu iki bacağını yay gibi açarak araya alır, yayılır, en sağda oturan adama da koltuğun kenarını, affedersiniz, kıçının arasına almak düşer!)

21 Aralık 2009 Pazartesi

Evrimleşek Artık

Çok ama çok tartışılan bir konu ve aksini savunan bir insan, Adnan Oktar veyahut nam-ı diğer Harun Yahya var senelerdir etrafımızda. Benim küçükken misinadan oltaya geçtiğim vakitlerde kullandığım balık yemlerini kuşe kağıda bastırılmış kitapların içine koymuş evrimin olmadığını kanıtlamak için. Meşrutiyet Caddesi'nde sanırım, bir 4 sene önce elime tutuşturulmuştu zat-ı alinin kitapları hem de 3'ü 4'ü birden.

Aklıma şey geliyor benim, hani ne zaman göçmüşgillerden bir Türk yurtdışında bir buluşa adını katsa hemen "Yüzyılın Başarısı: Kanseri Yenen Türk!", "Türk Biliminsanı Sürtünmeyi Sıfıra İndirmeyi Başardı!" gibi haberleri gazetelerde manşetten dakikasında, hatta buluş Amerika'da ise oradaki gazetelerden de evvel biz öğreniyoruz.

Adnan Hoca'mız ise bilimsel panellerde bir güzel alay konusu oluyor, belden altlarına bile takmıyorlar onu. E bu adam da Türk, dünyayı meşgul eden saptamaları var, neden manşet olamıyor? Ne için bu adama bu kadar önem vermiyoruz? Tamam belki onun fikirleri, iddiaları dünyayı sadece kahve ve sigara muhabbetlerinde tebessüm ve dahi kahkahalar eşliğinde meşgul ediyor olabilir ama söyledikleri kanseri yenmekten, sürtünmeyi sıfıra indirmekten daha mı önemsiz?

Belki de he şeyin başlangıcı şu fotoğraf idi, kim bilir?Boğa gibi maşallah! Yayıl aslanım, rahat ol!

18 Aralık 2009 Cuma

Tiplerle Alay Etmeyi Sevmem, ama...

Tipini beğenmediğimiz birisi hakkında konuşurken "Allah'ın gücüne gitmesin ama..."yı kullanmadan yapamayız. Ne demek şimdi bu? "Allah'ım sen yeri, göğü, tüm evreni türlü güzelliklerle yarattın ama bu adam ne böyle?" denince sorgulamaya girer dinden çıkarsınız töbe sümme haşa.

Ben bu çıkmaza bir kapı buldum, Mecnun olup dağları deldim, Matrix'in Neo'su olup telefon bağlantısı yaptım sizlere: Evrim! Sakallı Şevki Amca'lar okuma-yazma bilmeden her şeyi öğrenmiş, nirvanaya ermiş edaları ile aralarında tartışadururken, İslam dininin evrimi inkar etmediği aklı selim ya da değil, birçok din adamı ve alimi tarafından çoktan kabul edildi. Dinden çıkmak istemeyen arkadaşlar da bu açığı kullanarak "Yeri göğü yaratan Rabbim, bu kulun evrim sürecini tamamlayamamış, sen ondan yardımını esirgeme" diyerek bırakın dinden çıkmayı, hayır duanız vesilesi ile sevaba bile gireceksiniz.

Evrim Yok Diyeni Keserim! Bu konu da, yine böyle evrim serüveninin son sayfaları yırtılıp kaybolmuş bir birey gördüğümde aklıma geldi. Bilindiği üzere artık uzaya turistik seferler düzenleniyor oldukça yüklü bir tutar karşılığında. İlgili haberi okurken gördüğüm fotoğraf bana "İnsanlı seferler zaten yapıldı, neden yine hayvanları uzaya göndermeye başlıyorlar ki?" diye sordurdu. Adam çok zenginmiş ama, kesin bir de çıtır sevgilisi vardır. Para işte...

17 Aralık 2009 Perşembe

Çok Acayip Havadislerim Var

Gazete okurken şu haberleri gördüm, akabinde acilen, ivedi ile paylaşmak istedim.

  •  Nasreddin Hoca Erzincanlıymış, Bir de Torunu Varmış. Selçukluları da Nasreddin Hoca Yıkmış.

 

16 Aralık 2009 Çarşamba

18 Aralık Cuma

Siz hala Cuma dendiğinde haftasonu tatili geldi diyerek sevinebilen tayfadan mısınız? Ne güzel size, ne mutlu size! Kıskanıyorum ulan!

O zaman bu Cuma sinemaya gidin, koşun koşuşturun. 2 tane taş gibi film geliyor zira: Avatar ve Vavien. Uzun uzun yazmaya gerek yok her iki filminde ne kadar şokela olduğunu. Biri fantastik bilim-kurgu biri de komedi-dram tadında. Birini Titanic’in ve Terminatör’ün yönetmeni, birini de suratındaki sevimlilikten tokatlıyasımız geldiği Engin Günaydın yazmış. 

Arkanın bi’ önü, ortalardan yer var mı diye soralım hemen!

15 Aralık 2009 Salı

Uzak Doğu'nun Havasında Bir Şey Olmalı

Uzak Doğu'nun bağrından kopup gelmiş filmler son 2-3 yıldır çok moda, bunu fark eder oldum. Hatta yok Kuzey Koreli yönetmen "bilmemne"nin hayranı olmalar,  yok Japon yönetmenin kült filmini izlemeyene burun kıvırmalar falan epey bir had safhada. Daha dün beş para etmez filmelere vizyona girer girmez giden sen değil miydin şeker şey?

Neyse, aslında asıl değinmek istediğim bu çekik gözlü minyatür varlıkların (Çinlileri dahil etmiyorum, onlar sanılanın aksine gayet iri insanlar) bu film sektöründe son zamanlarda boy gösterdikleri türler. Örneğin Kuzey Kore'nin bahsi geçince böyle nasıl anlatsam, romantikliğin dibine vurmuş, Post-Yeşilçamvari, sevenlerin sevebilip ama kavuşamadığı filmler geliyor benim aklıma. Arada da işte Yeşilçam'dan da gelen vurdu kırdı sahneleri.

Gelgelelim, Japon film endüstrisi dendiği zaman bir dururum, özellikle yeni yemek yemişsem kesin mide bulantısı başlar bende. Japon dediğin adam bit kadar boyuyla yapıp yapabileceği en iğrenç, en psikopat filmleri yapar. Zaten Manga dediğimiz Japon çizgi kültüründe hangi kahramanın samuray kılıcı yokki? Geçenlerde Dost Kitabevinde Macbeth'in Manga'sını gördüm, adamın eline hemen samuray kılıcı yerleştirivermişler psikopat herifler.

En son türlü ameliyatlar ve türlü iğrenç videolar izlediğim Youtube'da yine entellere layık bir Japon filmin karelerine rastladım. Aşağıya da iliştirdim. Allah bu adamları ıslah etsin. N'olur!

Allahın Manyağı!

14 Aralık 2009 Pazartesi

Twilight - Hate Club

Bir tur da ben bineyim lan! Dandirik bir romanın, affedersiniz, tossuruktan filmini ben de izledim, lakin sadece ilkini. Geçen sene ilk filmine gittiğim bu anlamsız seri, aptal senaryosu ve kalitesizliğinin yanında sanırım bir de erkeklere hitap etmemesi nedeniyle onu izlemeye değersiz ve dahi gereksiz olduğunu düşünmeme neden oldu. Hangi erkek bir embesil hatunun baş rolünü oynadığı filmi şiddetle izlemek isterki? Özellikle onlar için Blade gibi vurdulu kırdılı, deşmeli "erkek işi" vampir filmleri varken.

Kızlar için herhangi kırıcı bir yorum yapmayacağım, çünkü erkekler nasıl "Çılgın dershane tatilde" gibi "Bıngıl Filmler"e gidiyorsa kızlar için de Twilight odur, ona gidiyorlar. Zaten filme karşı yapılan yorumlardan en bilindiği "Ergen kızlar için gay porno filmi" değil mi?

Bu serinin bir "sallamasyon"luğun eseri olduğunu anlamak çok da zor değil, sanırım kitaplar bir gecede hazırlanan ödevler, ya da işe giderken otobüste göz atılan sunumlar gibi hazırlanmış olsa gerek. Öylesine...

Hangi aklı başında insan, çocukluğundan beri korku ve komedi türü olarak çekilmiş vampir filmleri seyredegelmiş bir nesile sanki kendisi en baştan bir mit yazıyormuş edasıyla, okuyucuyu ya da izleyiciyi "Bak evladım vampir böyle bir şeydir, emer, soğuktur, soluktur, baseball oynar, çok hızlı koşar, yokuşu güç iner tamam mı?" gibi zaten bilindik detaylarla (baseball hariç, onu ben de yeni öğrendim) bilgilendirmeye çalışır ki? İlk filmde liseli hatunumuz o kadar gerzek ki, vampirler için Google'dan araştırma yapıyor, sonra bir sahaf buluyor, üşenmeden gidip oradan bir kitap alıp vampirlerin teninin soluk, vücudunun soğuk olduğunu öğreniyor. Bre beyinsiz insan, Eddie Murphy bile zamanında vampir filmi çekmiş, sizin köyde TV mi çekmez, VHS de olsa film mi kiralanmaz? Ama suç sende değil tabii, seni karakter olarak oraya koyan kadında.

Ps: Ben bu hatunun koala olduğunu iddia ediyorum!

Herkesi gıdısından emerim.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Rus Deyip de Durduğun Şey

Erkekler olarak zaten bir zaafiyetimiz var Ruslar üzerine, bu yüzden de bu sarı civcivlerin acayipliklerini göremiyoruz hiç. Kadınları, içkileri, efendime söyliyeyim… A bu kadarmış.

Ne ise, hiç bir filmi Rusça dublajlı olarak izlediniz mi, illaki bir yerlerde çıkmıştır karşınıza? Adamlar hiç bir şekilde film seslendiremiyor arkadaşım! Bir kadın, bir erkek bütün filmi baştan sona götürüyorlar aynı monotonlukla. Bu seslendirme endüstrisine şöyle bir baktığımızda ülkemizin ne kadar da başarılı olduğunu gün gibi ve dahi, affedersiniz, kabak gibi görüyorum.

Düşününce kendi kendime gülüyorum, sonra da sağda solda, yolda görenler gerzekmişim gibi bakıyorlar suratıma. Aklınıza romantik bir akşam yemeği getirin mesela, film icabı mumlarla bezenmiş bir masa, tüm ışıkların kapalı olmasına rağmen katî suretle karanlığa bürünmemiş, aksine her nasılsa hoş bir loşlukta kalmış bir oda, güzel bir kadın, filinta bir erkek, sonra da erkeğin cebinden suratında yarı romantizm yarı şerefsizlik akarak çıkardığı tek taşlı bir yüzük. Bu ambiyans içinde şu diyalogları nasıl canlandırırsınız kafanızda?

Kadın – Oh, Viktır hayır ciddi olamazsın! Ouuhh!

Erkek – Cesika… Benimle evlenmeni istiyorum, artık doğru zamanın geldiğinden eminim.

Kadın – Oh, evet Viktır!  Evet evet evet!

Mesela ilk cümle Ruslarda şöyle oluyor (Play tuşu işimizi görür):

Şu görüntü de az önceki gibi çakma değil, gerçek bir seslendirmeye örnek teşkil ediyor. Bundan çok çok daha komikleri de var ama internet aleminde bulamadım.

Dikkat ederseniz bunda “temel” tepkiler var, yani dümdüz konuşmuyorlar ama daha neler var neler bu Ruslarda. İzlemeye devam edelim kendilerini.

11 Aralık 2009 Cuma

Sil Gitsin

Terk mi edildiniz, tacize ya da tecavüze mi uğradınız, bir yakınınızı mı kaybettiniz, işten mi atıldınız, onurunuz ya da hevesiniz mi kırıldı, pişman mısınız, bir şans daha mı istiyorsunuz? İşte size dünyanın en iyi bilimadamları olan “Amerikalı bilimadaları”ndan yepisyeni bir buluş!

Sil GİTSİN!

Artık travmalardan, depresif ruh hallerinden, üzüntülerden ya da hayal kırıklıklarından eser kalmayacak! Beyninize beyninize elektrik verince yeniden doğduğunuzu hissedeceksiniz! İsviçreli bilimadamları yapamadı, biz yaptık!

Ayrıntılı Bilgi İçin BURAYI Tıklayınız

10 Aralık 2009 Perşembe

Kavram Karmaşası

Az önce Deviantart’ta dolaşır iken Google reklamlarından biri dikkatimi çekti, iyi de oldu zira normalde katî suretle reklamlara bakmam. Aşağıda reklamın içeriğini ve aklıma takılanları veriyorum, bana acayip geldi. (Bkz. Şekil-1)

Şekil-1- Hep bunu yazmak istemişimdir.

Şekil-1

Aklıma takılan, Hristiyanlık dininin kendi kitabının (kitaplarının) ve ortaya çıktığı bölgenin dili İbranice olup da neden kendi ile ilgili bir reklamın yapımında Arapça bir kelimeden referans alındığı.

(Tamam Türkiye’de müslüman bir çoğunluk var ve herkes bu kelimeye aşina, evet. Ama yine de acayip.)

 

9 Aralık 2009 Çarşamba

Rahatsız Oluyorum

Çıldırdım Tamam mı! 

Bunları kafaya taktığım için sorunlu olan belki benim ama umrumda değil, rahatsız oluyorum.

 

  • Minibüslerin dikiz aynalarında ya da köşelerinde plastik kırmızı gül görmekten,
  • Yine minibüsleri pavyona çeviren mavi iç ışıklardan,
  • Ayakkabı mağazalarında ayakkabıyı zorla kendilerinin giydirmesinde ısrar eden satış personellerinden (Bırak lan ayağımı!),
  • Büyük ve kalabalık şehiriçi otobüslerinde hemcinslerimin benimle göz göze geldiğinde önce tanıdığımmış izlenimi verip, daha sonra bu bakışları anlamadığım, anlamak da istemediğim türde bakışlara çevirmelerinden,
  • Bankamatik kuyruğunda sıra bana geldiğinde ekranımı göstermemek için şekilden şekile girmekten,
  • Metroda bilet satan personele paso istediklerinde, zat-ı alilerini pasoları yılbaşından sonra okulun dağıttığına inandıramamaktan,
  • Rock barların eski 45’lik gibi alakasız programlar yapmalarından,
  • Yeni aldığım pilot kalemin bilyesinin aynı gün mefta olmasından,
  • Turkcell’in haftalık internet paketine üye olmam için sürekli MMS ve SMS göndermesinden,
  • Şafak Sezer’in başarısız filmlerinden,
  • Bir şey almayacağım halde fast-food restoranların tuvaletlerini kullanmaktan (Bu yalan)

Rahatsız oluyorum!

5 Aralık 2009 Cumartesi

DNS Denen Zımbırtı

DNS terimini bilgisayar ile haşır neşirliği sadece klavye ve fare ikilisiyle sınırlı olan vatandaşlarımız sanırım ilk olarak ülkemizde bazı internet sitelerinin yasaklanmasından sonra duymaya başladılar. Neden sonra bu vatandaşlar DNS ayarları yapma konusunda birer uzman, ayar yapmayı bilmeyen çevrelerine de latifeler yağdırır oldular.

OPENDNS DNS ayarının yapılması internette dolaşma hızını da etkiliyor şüphesiz ve benim bu konu hakkında çok acayip bir duyurum var! Şimdiye kadar Open DNS ağırlıklı birkaç DNS Server hizmeti kullanıyorduk ağ ayarlarıyla oynayarak (bkz. DNS Ayarı). Ama artık Birkaç Saatte Web Sitesi’nde de bahsi geçtiği gibi Google denen meraklı bir çocuk var hayatımızda ve her şeye burnunu sokuyor, iyi manada bittabii.

Diyeceğim şu ki, artık Google da DNS hizmeti veriyor ve kullandığım süre içerisinde de gayet memnun kaldım, kalmaya da devam ediyorum. Denemekte fayda var efendim, BURADAN buyurun.

4 Aralık 2009 Cuma

Birkaç Saatte Web Sitesi

Şirket dediğin Google gibi olsun, canımı yesin. Adamların el atmadığı şey, burunlarını sokmadıkları iş kalmadı neredeyse internet aleminde.

GoogleSitesLogo1Geçen yine Google zımbırtılarını kurcalarken defalarca görüp de “Sonra bakarım” dediğim Google Sites’ın artık yamacıma gelmesinin zamanı olduğuna karar verdim. Kişisel internet sayfası oluşturmak bir zamanların hevesiyle çok revaştaydı lakin akabinde Blog icad olununca, güncellemesi, yazması, çizmesi de daha kolay olunca maymun iştahlı tüketici olarak tekmeyi savurduk arkasından HTML uzantılı, upload edilmeyi bekleyen dosyaların.

Neticede Google Sites’a dönecek olur isek, aynı blog sayfası oluşturur gibi web sayfanızın görünümünü belirlemek için bir template seçiyorsunuz ve bazı ayarlamalar yapıyorsunuz. İşlevsellik konusunda ben hiç fena deneyimler edinmedim, hatta üşenmedim bir tane de üstün körü sayfa hazırladım.

Ne var ki, adres olarak şu uzun bağlantıyı hatırda tutmak gerekiyor: http://sites.google.com/site/cabbguncel/ E bu da haliyle zor. Ama bu bir sorun değil, kendi alan adını alacak arkadaşlar bu sayfayı direkt olarak kendi alan adlarına aktarabiliyorlar. Kendi yaptığım sayfaya bakınca zaten ne avantajları var anlaşılıyor.

3 Aralık 2009 Perşembe

Hostesler Üzerine

Hostesler Üzerine diye başlık attım ama asıl konu alnının teri ile çalışan güzel hosteslerimiz değil. Zaten anlatacağım acayip olay yurtdışında görülüyor genelde.

germanwings Bugün bir uçuş firması olan Germanwings’ten mail aldım yeni indirimlerine dair ve çok ucuz olan fiyatlardan ziyade daha çok fotoğraflardaki hostesler ilgi çekiyor. Tamam reklamdır bu, illaki sarı sarı, kızıl kızıl hatun fotoğrafları koyacaklar ama bir kere bindikten sonra insan ister istemez hayal kırıklığı yaşıyor. Bana sorarsanız, bu firmayla seyahat etmiş bir birey olarak Germanwings ile yolculuk etmeyi aklından geçiren arkadaşlarıma söyleyebileceğim tek şey “SAKIN KANMAYIN, umrunuzda değilse de en az bir ay önceden biletinizi alın” olur.

germanwings2Adından da anlaşılacağı gibi firma bir Alman firması ve katî suretle  fotoğraflardaki gibi hostesleri çalıştırmıyorlar. Zaten konsepti ucuz uçuşlar satmak olan bir firmanın da manken gibi hatunları çalıştırması imkansız. Lufthansa mısın sen evladım?

1 Aralık 2009 Salı

Google’ın Güne Özel Logoları

doodle4google08_tr

Her ülkeye yaptığı gibi Google bize de yağ çekiyor ve ülkemize özgü günlerde bilindiği üzere logosunu değiştiriyor, şirinlikler yapıyor. Peki bu logolar daha sonra yitip gidiyor, internet deryasında kayboluyor mu sanıyordunuz? Bilakis, Google şimdiye kadar yaptığı tüm logo tasarımlarını yüksek çözünürlükte saklıyor, bir meraklı çıkar diye günün önemine göre, ülkesine göre sıralıyor da sıralıyor.

mawlana2008Ama bugün için (1 Aralık) böyle bir güzellik yapıldığını görmedim, göremedim.  Bugün Dünya AIDS günü değil mi a dostlar? Ben bile bir şirinlik yaptım, değiştirdim logomu. Google’ı bunun için kınıyor, diğer güzide hizmeti için yanaklarından mıncırıyorum.

Tüm Google logo arşivine BURADAN ulaşmak da pekala mümkün.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Ev İçin Hedeler

Bir internet sitesi ile karşılaştım az önce. Geyik ev gereçleri, aksesuarlar satıyorlar. Site tabii ki Türk değil ama ülkeye getirtmesi de zor değil.

Bazı örnekler:

     Web tasarımcılar için bira bardağıGorilla Pod - Tripod SaçmalatmacaSuya Işık Verdik! 

Bira Bardağı                    Tripod                             Musluk Modifiyesi

      Korku Filmlik Duş Perdesi ve Yer Havlusu       Nintendo Duvar Kağıtları - Süper Mario 

Banyo Perdesi                                             Süper Mario Duvar Kağıdı

Hepsine ve daha böyle bir sürü geyik icadına BURADAN ulaşmak mümkinat dahilinde.

Yapmayın, etmeyin

Artık gazete, dergi ve televizyon kanallarının haber, makale ve altyazılarında yaptıkları imla hataları çok fazla kabak tadı vermeye başladı. Bünyesinde bir sürü çalışanı olan kurumlar böyle basit hatalar yapmasın, yaptıkları işleri halka sunmadan önce bir-iki kere kontrol etsinler. Hadi en azından manşete bi’ göz atsınlar ya hu!

Bıktım Sizden Tamam mı!

22 Kasım 2009 Pazar

Büzüşen ve İnfilak Etmek Üzere Olan Suratlar

smiling-bob Bazı insanlar kendi çevresinde pek komik bulunmaz, fakat kendilerine komik gelen her şeyi de paylaşmak isterler. Bugün yine böyle bir hayat mağduru ile karşılaştım. 90’ların Saç Şekilleri Hala Hayattaymış’da bahsi geçen sınav gözetmeninden söz ediyorum.

KPDS sınavına gireceğim salona sınava 10 dakika kala ulaştım nefes nefese. Yerime oturdum, adımı soyadımı, TC kimlik numaramı ve kitapçığımın türünü cevap kağıdına kodlayıp imzamı da attıktan sonra şöyle bir etrafıma bakındım. Bir “teyze” diyeyim artık, yanlış yere oturmuş ve gözetmene kitapçığı ile cevap kağıdının oturduğu yerde olmadığını söylüyordu. Teyzenin yanlış yere oturduğu anlaşıldı, oturması gereken yer gösterildi ve bahsettiğim 90’lardan fırlamış gözetmenin suratı bir büzüşme halini aldı, kasılarak öyle kaldı. “Adam gidiyor!” diye ortalığı velveleye vermemek için kendimi zor tuttum, kendisiyle kafa bulmak istiyordum çünkü adam kadın yanlış yere oturdu diye kendi kendine alay ediyordu onunla.

E tabii ki bu onun için komik bir durumdu ve birileriyle de paylaşması gerekiyordu haliyle. Kimbilir bu fırsatı bir daha ne zaman yakalayabilirdi garibim. Gözleri salon başkanına ve diğer gözetmene gidip gidip geliyordu, bir ona bir salon başkanına… Suratındaki kasılmayla birkaç dakika gidip geldi bu, diğerleri bu durumu onun gibi komik bulmamış olacak ki kendi işlerini yapmaya devam ettiler. Sınavın başlamasına 2-3 dakika kalmıştı ki, adamın suratındaki kasılma ilgisizlikten olacak, yavaş yavaş çözülmeye başladı.

Sanırım bir zaman gezgini ile karşılaştım bugün, bir insan bu kadar 90’lı yıllara ait olamaz çünkü.

90’ların Saç Şekilleri Hala Hayattaymış

Bugün dil sınavına girmek için Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne gittim. Hep ilahiyat fakültesinde bulacağım iç huzur ile manevi olarak pozitif bir sınav geçireceğimi düşünüyorken, daha sabah evden çıkıp dolmuşa binmem ile sınav giriş belgemi evde unuttuğumu farketmem bir oldu. Hemen dolmuşçuya “Kaptan müsait bir yerde inebilir miyim?” diye rica ederek, özellikle dolmuştaki hatunlara paniklediğimi çaktırmamaya çalışarak ve giden 1lira70kuruşa yanarak geriye, eve koştum. Soluduğum buz gibi hava yüzünden iyice nefes nefese kaldım ama şükürler olsun ki Pazar günü olduğundan hiç bir tanık yoktu etrafta.

Bunun üzerine sınava girecek bir sürü körpe bedenin metro istasyonunu işgal etmesine, kalabalık yüzünden benim gibi metroya binemeyen bir sürü insanın sinir harbine tanık oldum. Terbiyesizce keşke metro vagonlarında da birer muavin olmasını ve “Ben görüyorum arkada boşluk var, ilerleyelim lütfen!” demelerini istedim, sanki her daim bu muavinlere söven ben değildim.

Daha bitmedi elbet terslikler, fakülteye sınava girecekler için tek kapı açmışlar fakat ortalıkta benim gireceğim salon yoktu, bulduğum bir gözetmen ise “O salon öbür binada, yanlış girişten girmişsiniz” deyip salonu tarif etti ama onun bir suçu olmadığı için “Dübük! Başka giriş mi var!” demedim, içimden de geçirmedim. Vallahi!

Neyse, tarifi aldım benim gibi birkaç mağdurun başını çekerek herkesi salonumuza ulaştırdım. Kesin +rep almışımdır kendilerinden. Sakalları kesmeyince primde tavan yapar oldum bu aralar. Kısacası eşşek olup kendimi Allah’a havale etmem bana salonu buldurmadı malesef.

Çok uzattım, asıl konuya geçeyim. Salona girince en arkaya oturacağımı öğrenip sevindim ama kimseye belli etmedim. Dilcilerin %90’ının hatun olduğunu yaşayarak öğrenen birey olarak bir salonda o kadar çok sap toplamanın büyük bir başarı olduğunu onayladım kendi kendime.

Asıl konuya hala geçmemişim. Asıl konu: Salon gözetmenlerinden bir tanesi gözüme takıldı, hayır hatun değildi kendisi. Takıldığım nokta saçlarıydı. Saçları ortadan ikiye ayırmış, Extra Strong jöleyi kafaya dayamış ve her iki yarım küreyi zıt yönlerde geriye taramıştı bu herif. Yalan söylemiyeyim ben de bu şekilde saçlarıma şekil verdim bir zamanlar ama ta ortaokuldaydım. İçimden bu adamın nesli tükenen yaşam biçimi olarak ilan edilmesi gerektiğini düşündüm ama sonra yakılıp imha edilmesinin daha doğru olacağını düşündüm. Bu adamla alakalı başka tespitlerim de var. Onu da farklı başlık altında yazayım en iyisi, masal anlattım yine uzun uzun.

Not: İnternette bile ortadan ikiye ayrılmış saç örneği ile alakalı fotoğraf bulamadım!

19 Kasım 2009 Perşembe

Klozet İcat Olundu, Nobel Kazanır Olduk

alafranga Tuvaletin hepimizin yaşantısında ayrı ve özel bir yeri olduğunu düşünüyorum, ama tuvaletten kastım alafranga tuvaletler.

Hangimiz alafranga  tuvalette oturup, dirseklerini dizlerine, yüzlerini de ellerine dayayıp dakikalarca oturmuyoruz a dostlar, hangimiz? Düşünsel translara girip, o gün olan bir olay hakkında düşünen, memleket meselelerine, dizilere, aşklara, kısacası her şeye kafa yoran bir halk olduk çıktık. Belki de aydınlanmaya “Avrupalılar tuvaleti, banyoyu bizden gördü, sen ne diyorsun!” dediğimiz, alafranga tuvaleti her türlü gevur icadı gibi geç benimsediğimiz için böyle geç kavuştuk, kimbilir? Belki de her şey alafranga tuvalette saklı idi. Hayatın anlamı bir tuvalette gizliymiş meğer, heyhat!

(Buradan yola çıkarak toplumsal bir mesaj (!) vermemek için kendimi tutamadım: “Şimdi de tuvalette düşünülenlerle idare edilen bir devlette yaşıyoruz”. Çok eğlendim. Cenderecenderecenderecenderecenderecenderecenderecen!)

Neyse, sadede gelir isem ben de tuvalette düşüncelere dalan, geçirdiğim aydınlanma dolu dakikalar yüzünden Hemoroid’in dibine vurmuş bir birey olarak tuvallette bir şeyler okumayı, yazmayı çok severim. En son düşündüğüm şeyleri de sizlerle paylaşmak istiyorum, hepsi bu.

Aym a Veri  Kıriğeytiv Pörsın, Andırsitend? Ha!?

Tıklamak onu büyütür.

17 Kasım 2009 Salı

Korkunçluk Olgusu

Küçüklüğümden beri ailemin, ailemin arkadaşlarının, komşularımızın, kısacası benden büyük herkesin ve bazen de yaşıtlarımın ne kadar şirin olduğumu dile getirmesi bende zamanla kendimden tiksinme alışkanlığını ve davranış bozukluğunu yarattı. Bunda benim de suçum var bittabii, ilkokula kadar “r” harfini telaffuz edemeyişimi, ortaokul yıllarımda toparlak ve kısa bir insan oluşumu kendime yoruyorum artık.

Oysaki daha disiplinli bir şekilde bunları düzeltmeye çalışsaydım, ya da en azından sadece çalışsaydım şu an böyle şeylere kafa yormuyor olabilirdim. Bu yüzden kendimi bir nebze de olsa sert göstermek için elimden geleni yapıyorum. Örneğin yolda yürürken kaşlarımı çatıyorum, ağzıma da sanki küfür edermişçesine bir eğim veriyorum ki “Oha ne kadar da sert” diye düşünülsün hakkımda.

İşte yine bu psikoloji nedeniyle kendimi fotoşop ile şekilden şekilde sokmaya bayılıyorum. Aşağıya da örnekler koydum, fena da değiller.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Haftalık Penguen

12 Kasım Perşembe çıkışlı, 373 numaralı Penguen dergisinde çok acayip bir şey buldum ve tarayıp sizlerle paylaşmak için nasıl bayramlıklarıyla yatarsa insan, dergiyle uyumak istedim heyecandan ama buruşur, kırışır diye yapmadım öyle şey.

Liseden beri dergi olarak, çizer olarak kimler geldi kimler geçti idiyse de benim gönlümün tahtında kalan yegane köşe Lombak ve yegane çizer de Bahadır Baruter olmuştur yıllar yılı. Aşağıda bu haftaki köşelerinden bir karikatür bulacaksınız ve lütfen “bağyan”ın ayağının ucuna bakınız. Ben gülmekten telef oldum.

Seks Tükanı

Karikatürün üzerine tıklayarak yeni bir pencerede daha büyüğüne kavuşmak mümkinat dahilindedir.

12 Kasım 2009 Perşembe

Püsküvüt Reklamı

Ohhhlatan Püsküğüt Şu sıralar aptal kutusunda çok dandik reklamlar yayınlanıyor. En abuk bulduğum reklamlardan bahsedecek olursam, bisküvi yani nam-ı diğer “püsküvüt” reklamları en berbatları.

Öncelikle zaten adında da meymenet olmayan Negro reklamında mikrofon karşısına geçen hoş bayanın ıkınmaları, ohlamaları insanı bi’ koşu bakkala götüreceğine aksi yöne, banyoya koşturtuyor bence. Ürün adı ve reklam senaryosu farklı bir ürün için kullanılmalı kanaatimce.

Bir de “Metro’mu yiyorum görmüyor musun” diyen pörtlek gözlü cadının gözlerinden ve ablak suratından daha sinir bozucu bir şey var ise o da yumruğu indirdikten sonra yine o pörtlek gözleriyle Metrocuğuna bakarken “Ben bir şey yapmadım ki” diyerek suçu elindeki bit kadar “püsküvüt”e atması.

İkinizin de sonu kötü yola düşmek olacak eğer şu çikolata destekli püsküvüt tüketme olayına bir son vermez iseniz. Önünde sonunda o enerjiler bir şekilde harcanacak genç hanımlar, önünde sonunda…

11 Kasım 2009 Çarşamba

AMAN TANRIM

Bir şeyler yazmayalı tam bir hafta olmuş! Üç ayda bir çıkan dergi çalışanlarının üşengeçliğinden tiksinen ben, acaba günbegün onlardan birine mi dönüşüyordum? Olamazdı, olmamalıydı.

Efendim, güzel Ankara’mızın kış aylarında muhtelif yerlerimizi dondurup, bağırsak ve bilimum organlarımızı gaz ile doldurmak dışında şu sıralar başka bir güzelliği de var: grip salgını. Hem sağlık açısından mağdurum, hem de maddi olarak mağdurum. Gazetede bir İngiliz hanımefendinin otobüste öksürdüğü için domuz gribidir diye otobüsten atılmasını okuduğumdan beri sokağa adım atamıyorum, attığımda ise taksiye biniyorum çünkü taksicilerin işin parasına baktığını bildiğimden sorun çıkartmayacaklarını düşünüyorum. Zaten görüşmediğim komşularım bana kıl olmasınlar, öksürürken duymasınlar diye evimde bile yatağımın içinde öksürüyorum.

Kendime acil şifalar diliyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Aklıma Takılan Uzun Tümceli Eylemler

  • Sokakta kendi kendine yürürken aklına komik bir şey geldiğinde gülmemek için yüzünü el ile kapatmak ya da dudağını ısırmak sureti ile  kendi neşesini bastırmak.
  • Yağmur yağarken koşsa mı, yürüse mi diye düşünüp durup, ne yapacağını kestirememek.
  • Gece yatmadan sabah her zamankinden daha erken kalkmaya karar verip, sabah olduğunda her ne olursa olsun bu karardan vazgeçmek.
  • Uygunsuz durumda erekte olmanın akabinde birinci dereceden bir yakın akla getirerek kendi şehvetini bastırmak.
  • Ayaktan çıkan çorabın tazeliğini tartmak için burna yaklaştırıp hatta değdirip koklamak.
  • Bir devlet dairesine ne zaman gidilse bilgisayar ekranında solitare, tavla, okey gibi oyunları, sosyal ağ web sayfalarını açık, oyunu yarıda kesilen memurun çehresini kızgın görmek.
  • Yağan yağmurun ardından altına su girdiğine kesin kanaat getirilen kaldırım taşlarının üzerinden mayın tarlası oynarmış gibi tedirginlikle yürümek.
  • Fotoğrafçının bir vesikalık resim için vücudun tüm uzuvlarını evirip çevirmesine ses çıkaramamak, boyun eğmek.

3 Kasım 2009 Salı

Komple Teoriler

Asla komplo değil yazacaklarım, hepsi komple teoriler. Biliyorsunuz ki uluslararası ilişkilerde restler çekiliyor, notalar alınıp veriliyor, seyahatler düzenleniyor ama medyaya yansıyan olumsuzluklar iki gün sonra bıçak gibi kesiliyor. Ben de hükümet muhalefetlerinin medyada yansıyan demeçlerinden, hükümetin gündemi bu günlerde  nasıl değiştirdiklerini yazıyorum.

1- Domuz Gribi

Bütün sağlık yetkilileri ayarlanmış durumda, medyaya bilgi verirlerken bu dönemde olan grip vakalarının hepsinin domuz gribi olduğunu söylüyorlar. Daha geçen seneye kadar bu dönemde grip olmanın nedeni mevsim değişikliği iken bu sene muhakkak domuz gribidir deniyor. Demokratik açılım sarpa sarınca hükümet “hepimiz ölüceeeezz"!” diyerek halkın dikkatini değiştirme çabasında. Sabah akşam gazete, televizyon ve radyolarda domuz gribini dinliyoruz. İnsanımız o kadar korktu ki bi işe yaramayan, onları virüslerden koruyamayacak ince bezden oluşan uyduruk maskelerle geziyorlar özellikle Ankara’mızda.

2- Ergenekon Dalgaları

Ne zaman gündemi hükümet aleyhine haberler doldursa, bir yerden bir Ergenekon Davası’nın yeni bir dalgası patlak veriyor, bilindik birileri içeri alınıp duruyor. Gündem de haliyle bunların üzerine yoğunlaşıyor, aleyhteki vakıalar unutulup gidiyor.

3- Hükümete Komplo Düzenleniyor

Yine hükümet bir şeyleri eline yüzüne bulaştırdığında derhal bir ordu yetkilisi uzun zamandır hükümeti devirmek için uğraşıyor oluyor. Sonuç ise tam zamanında ele geçirilen belgelerle tehlikenin bertaraf edilmesi ve günün kurtarılması (Power Puff Girls iş başında).

Teorilerin hepsi deli saçması değil ama daha önemli bir nokta var ki bunlara bakarak söylenebilecek, çok unutkan ve gaz verilmeye müsait bir milletiz. İster yukarıdaki gibi gündemlerle, ister farklı şekillerde oynatılıyoruz hep.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Laf Esprisine Müebbet Yediler

Allah Sizi Islah Etsin Biliyorum, bir gazetede çalışsam daha kaliteli ama yine de dikkat çeken başlıklar ve manşetler atabilirim ama asıl anlatacağım ne kadar mükemmel bir şahsiyet olduğum değil tabii ki. Mütevazi adamım ben.

Dün gibi hatırlıyorum o günü, o zamanlarda aklımın ermediği ama şimdi hep  balkona sabahlığıyla çıkarken gördüğümü hatırladığımda delicesine çekici olduğunu idrak ettiğim ve üstüne üstlük bekar olan karşı komşumuzu misafir ediyordu annem evimizde. Pasta, börek yanında bardak bardak içilen çaylar, annemin daha bırakmasına bir kaç yıl daha olan karşılıklı tüttürülen sigaralar ve artık özel kanallarla tanışmış ama yine de bir farklılık isteyen, o zamanlarda en ufak değişiklikte bir heyecan girdabına kapılan ben deniz televizyonun ayarlarıyla oynuyor, sanki kulağıma fısıldanmış gibi Kanal 6’yı yayına girer girmez elimle koymuş gibi UHF ayarlarından buluyor, e tabii Red Kit’i de görünce annem ve çekici ve dahi bekar komşumuzun yanına bağıra bağıra koşuyor, ikisinin de aklını alıyordum.

kanal_6 İlk tanışmam aynen böyle oldu Kanal 6 ile, sahibi de Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’dı. Ahmet Özal’a hep bir sempati beslemişimdir küçükken çünkü kanalında adam resmen bana çalışıyordu yayınladığı çizgi filmleri ile olsun, “Çeki Çen” filmleri ile olsun. Gayet mutlu mesut Kanal 6 ile yaşarken, bir başka değişiklik daha oldu; yüzlerinde su çiçeği çıkarmış gibi intiba uyandıran izler olan iki tane  deli adam daha orta okul bebesi olan beni bile tiksindirecek muhabbetler yapıyorlardı, adına da “Müebbet Muhabbet” diyorlardı. Espri anlayışı ben kadar gelişmemiş ablamla hayretler içersinde bu iki manyağın ne kadar da kalitesiz espriler yaptıklarına şahit oluyor, bir süre sonra da gülmeye başlıyorduk. Bu iki adam iki kelime ile anlatacak olursam, iğrenç ama komiklerdi.

Daha sonra teknoloji gelişti tabii, VHS kasetlerden para kazanma devri bitince, TV’yi bir ATM gibi çalıştırmanın yolu bulundu, Digiturk icat olundu ve bu iki deli burada Sinek TV diye adı kendilerinden beter bir kanalda program yapar oldular. Sonra da arada bir  reklamlarda görüp ölüp ölmediklerinden haberdar olduğum şahsiyetlerin ödüllü internet sitelerine girmemle bu sefer ablamsız hayretler içinde ekrana bakakalmam bir oldu.

Bu iki sapık ruhlu insan bir mizah dergisi çıkarıyorlarmış, 4 Kasım 2009’da yayına giriyor. Bu adamların ne kadar tehlikeli olduklarını yeni dergilerinin kapağına buradan bakarak anlayabilirsiniz. Evet tüm bu hikayeleri şu linke bir bakın diye anlattım, anlattıklarımın bir sağlamasıdır çünkü.

Tek tek, tane tane, anlaşılır bir biçimde açıklayınız

images Yıllardır TV’de bir Teke Tek programı vardır böyle başlangıcında küçüklerin “dıkşşş!! dıkşşş!!” diye arabaları birbirine çarpıştırdığı gibi iki okun birbirine çarpıştığı, lakin bir de gazetede bunun köşe yazısı vardır, bu köşe yazısının da bir köşe yazarı, Fatih Altaylı vardır. Kendisi hiç üşenmez, günlük yazar ve yazısına mutlaka bir kutucukta da “Ne zaman adam oluruz” diye bir bölüm ekler. Her gün üşenmeden yazdığı köşesinde yine hiç üşenmeden sürekli kendince felsefi, ne bileyim, hitap ettiği tebaya bir alaylı biçimde bu bölüme de yazar durur.

Fatih Bey’in bu itinalı, özverili, efendime söyliyeyim hummalı çalışması için tebrik edilmesi şart fakat şunu da muhakkak kendisine sormak gerekiyor ki, yıllardır yazdığınız köşenizde bir senede bu halkın adam olamamasına sebep gösterdiğiniz nedenleri topladığımızda yılda üçyüzaltmışbeş adet sorunlu konu ortaya çıkar ki, senelerdir bu köşeyi yazdığınızdan dolayı bu halkı ister istemez bir mahvolmuşluğun, bir yeniden onarılamazlığın, bir girabın içine de attığınızın farkında mısınız?

Sizden, en azından köşenizin bu bölümünü en çok haftada bir yayınlamanızı rica ediyorum ki hiç olmazsa herkesin kendini onarıp, sizin gözünüzde “adam” olabilmesi için yeterli bir zaman dilimine sahip olması mümkün kılınsın.

Bence tek tek, anlaşılır bir şekilde söylendiğinde –ilkokul öğretmenimin dediği gibi– anlayamayacağımız şey yok. Sizi mutlu etmek için sabırsızlanıyoruz efendim.

30 Ekim 2009 Cuma

Yurdum İnsanının Alpha Male Takıntısı

Atakan Özgün arkadaşımın güzel bloğunda konuk yazar olarak bir yazı yazdım, takip edilesi bir blog oluşturuyor kendisi.

Bakmakta fayda var: http://atakanozgun.com/blog/alpha-male/

29 Ekim 2009 Perşembe

Aramızdaki Başarısız: Şafak SEZER

Oynadığı en iyi rol Arçelik reklamlarındakiydi sanırım, ki bence o da reklamlarda çok fazla replik olmaması, kısa olmaları ve Sezer’in reklam senaryosunda katkısı olmamasından kaynaklanıyor.

Blog için çok uzun olmasaydı aslında şu başlığı koymak isterdim: Komediden Uzak Komedyen Şafak SEZER ve Başarısız Filmlerinin Yaratıcılıktan Yoksun İsimleri (raflarda ömür tüketecek, sadece akademisyenlerin kitaplıklarında görülebilecek sosyo-psikolojik bir araştırmanın da taşıyabileceği bir isim olurdu bu, tez ya da makale konusu arayanlara duyurulur).

Yeni çıkarayazdığı, “kaave”den arkadaşlarıyla galasına gittiğinin haberini okuduğum filminin ismini görür görmez suratımda bir sevimsizliğin, bir sevgisizliğin, bir hoşnutsuzluğun şekli şemali belirdi. Bir insan neden ısrarla (imdb dili ile) seyirciyi hoşnut etmeyen filmler çeker ki? O yüzden “yiyorsa” Şafak SEZER’i +18 olarak sınıflandırabileceğimiz filmler çekmeye, bu filmlerde oynamaya davet ediyorum. +18’den kastım, artık kendini bir şekilde ifade etmeye başlamış, kendi mizahî fikrini edinmiş tayfaya yönelik şeyler yapsın. Ama bence kendisi şimdiye kadar kariyeri boyunca kesik kesik çizgilerle gündeme geldiği gibi, bundan böyle de silik bir insan olmaya devam edecektir.

Allah aşkına şu “komik” olduğunu sandığı ve alayanın bilindik bir laftan çalıntı olduğu film adlarına baksanıza:
Kolpacino (en son filmi bu),
Kadrinin Götürdüğü Yere Git,
Kutsal Damacana (Exorcist çakması) vs.

Artık laf esprisi ile insanları güldüremeyeceğini biri fısıldasın bu adama lütfen.

27 Ekim 2009 Salı

Bir Günlük Hürriyet Gazetesi’nden Çıkan Malzemeler

Kadrosunda ülkenin en dandirik, kofti-sosyetik, çakma entelektüel köşe yazarlarını da bulunduran Hürriyet Gazetesi sadece haberleri ve reklamlarıyla da koca bir kitaba kaynak oluşturabilir.

Gerekli besinimi internet baskılarından yeterince aldığım için bugün sırf hakkında yazmak için bir şey bulayım diye aldım gazeteyi.  Ekleri ile satıldığı ücreti katbekat hak ediyor doğrusu Hürriyet.  Resimleri ve haberleri eskiden olduğu gibi makasla kestim ama bu seferki amaç duvara asmak ya da halının altında saklamak değil, tarayıp sanal ortamıma koymak.

Güzin Abla

Hürriyet’in tarihi köşesi Güzin Abla’nın orijinal olanı Fatma Güzin Sayar bilindiği üzere vefat etti, yerine de 1998 yılından beri kızı Feyza Algan dertlerine derman olunması için okurlarının yolladığı mektup, elektronik posta ya da fakslarla hergün uğraşıyor sağolsun. Hergün çok absürd yazılar gelmesine rağmen sanırım benim şansıma çok uçta olmayan yazılar gönderilmiş bugün. Resme tıklamak sureti ile okunabilecek boyuta getirip bir göz atarsanız, üniversite mezunu bir kadının sevdiğini 11 yıl bekledikten sonra aldığı olumsuz cevapla kendini sanal aleme, evlenme sitelerine verdiği, ilk gördüğüyle de evlendiğini okuyacaksınız. Her şey normal gibi ama hangi insan bir diğerini 11 yıl iş olsun diye bekler. İyi ki sanal alemin geliştiği bir dönemdeyiz, yoksa ömür boyu bekleye debilirdi hanım kızımız.

Mısır Sultanı Selami Şahin

Daha sonra Ankara ekinde de Selami Şahin’in 30-31 Ekim tarihlerinde Ankara’da, bir ocakbaşı restoranında olacağının haberini veren bir ilan gördüm. Kaliteli espriler yapan arkadaşları ya da yakınları olup da bunlardan sıkılan ve biraz da sığ şeyler duymak isteyenler için Selami Şahin’in Nil sularında ıslanmış, Sahra Çöl’ünde kavrulmuş, türbe geçmiş komiklikleri sanırım aradıkları şeyler olurdu. Sadece 2 gala imiş, birine gitmek lazım.

Üniversiteliler Çimlerde Güzel Oynaşır Asıl

Her ilde üniversite açmanın anlamsızlığı, Başbakan’ın bunları açtıktan sonra “Her fakülte bitiren iş bulacak diye bir şey yok!” demezden önce de biliniyordu zaten. Kulaktan kulağa “aaa ne dedi!” diyerek salağa yatmanın manası yok. Haberde üniversite öğrencilerinin politika ve ekonomi okumayı sevmedikleri, işlerinin güçlerinin Olasılıksızlık, Twilight (Alacakaranlık) serileri, Penguen, Uykusuz okumak olduğu yazıyor. Her üniversite kütüphanesine cemaat evlerindeki gibi halıfleks halı (buralardaki halıların “ayak kokusuz” olması lazım ama) ve fotoğraftaki gibi birkaç tane de yerde yatarak kitap okuyan hatun buldun mu bak nasıl okumaya başlıyor üniversiteliler. Beytepe Kütüphane’sini 24 saat kesintisiz olarak açık tutmaya başladıklarından beri Hacettepe ergenlerinin ne denli okur olduklarına dair çok kesin bilgilerimiz yok değil.

Dikin Anacım

Son olarak da çiçek ekimi ile alakalı bir yazı var. Belediye çicek ekecekmiş, kış bitkileri… Benim ilgimi çeken bu değil zaten, asıl yazmak istediğim her gün yolumun üzerinde duran TBMM’nin önündeki çiçekleri neden 15’er gün arayla söküp söküp tekrar diktikleri. Şaka falan da değil, çiçekleri söküp dikmekle uğraşacaklarına Meclis önündeki otobüs duraklarının oradaki lağım kokusunu engelleseler daha makbule geçer. Gökçek bu şehre nasıl ödül getiriyor, aklım sırrım ermiyor (Şaka şaka eriyor, kesin komiteye yemek ısmarlıyordur çakal!)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Gevurca

Dil ağırlıklı program sunan liseleri kazanmayla, her ailede bir dram da başlar esasında. Aileniz eğer dilden uzaksa, sizin dil bilmenizle gururlanıp bu olayı kendilerine mal etmeleri ve sizden sonuna kadar yararlanmaları işten değildir.

Nerede bir yabancı görülse “Oğllum bak turist, hadi konuşsanıza” cümleleri kulaklarda çınlıyor, nerede yabancı dilde bir yazı var hemen evlada koşulup ne demek olduğu ona danışılıyor. Örneğin ben babamın zamanla unuttuğu, şu vakitler de “çat pat” olarak açıklanabilecek İngilizcesi sayesinde pek bir sıkıntı çekmedim lise ve üniversite hayatım boyunca. Ama üniversite ile birlikte profesonel çeviri yapmaya da başlamamla özellikle ailede dedemin gözünde tam bir yaz boyunca büyümüş de büyümüş, nerede bir yabancı dilde kağıt parçası varsa, kendimi onları çevirirken buluvermiştim. Bu çevirileri zamanında kuzenim çevirirken, çeviriyi iş edinmiş ve el altında olan başka bir torun dedemi çevirtecek materyal aratmaktan bitap düşürmüştü.

Düşünün, bir yanda 2 hafta içerisinde bitirilmesi gereken bilmemkaçbin liralık sayfalarca çeviri duruyor, diğer yanda da dedenin BİM’den, Migros’tan ucuz diye aldığı ama evde zaten 5 tane daha aynısından olan şarjlı ışıldaklar (Allah İhlas’ı bunları hayatımıza soktuğu için bildiği gibi yapsın), pilli-pilsiz tornavida setleri, zaten yıllardır kullanılan, kaldı ki kendisinin değil anneannemin pek de güzel kullandığı çamaşır makinası gibi aletlerin kullanım klavuzları duruyor.

Ne zaman Ankara’dan bayram ziyaretleri için yanına “Ben geldim dedeciğim” diye gitsem, canım dedem bana aşk mektupları yazıp, biriktirip birbirine lastikle tutturmuşçasına elime sıkıştırdığı bir tomar kağıt parçası ile “hoşgeldin” diyor. Bir de hergün biriyle çevirilerin bitip bitmediğini kontrol etmesi de cabası tabii.

Dil öğrenmek çok güzel bir şey, aslına bakılırsa ailede “dil bilen” olmak da bir o kadar güzel. Ama bunu hala ailede yabancı dil kavramını “gevurca” olarak gören büyükler varken dikkatle düşünmek lazım.

25 Ekim 2009 Pazar

3’ün Sırrı

RTE ile Baykal bu hafta bir nikâha davetliydiler nikâh şahitleri olarak. Haberi ilk olarak Radikal’de okudum ve birbirlerine bir türlü kavuşamayan bu iki bahtsız “lider”in artık kabak tadı veren TV dizisi kıvamındaki buluşup konuşamama fiyaskolarından sonra bahsettiğim haberin başlığını görmek beni ziyadesi ile güldürdü (bkz. yarılmak).

Başlık tam olarak şöyle idi: “Erdoğan ile Baykal nihah masasında buluştu.” Kendileri adına çok sevindim, en az 3 çocuk bekliyorum bu mutlu çiftten.

En az üç tane atarsın koç damat! Neyse konuyu bağlamışken, dağıtmadan sayın Hoşbakan’ımızın dilinden bir ara düşürdüğü ama artık bir tik gibi yeniden benliğini teslim ettiği “en az üç çocuk emri”ne (İng. three children code) geçeyim. Çocuklar geleceğimizin teminatıdır derken tam olarak ne anlaşılıyor merak içindeyim, zira büyüklerimiz bu cümleyi sarf ederken sanırım “Bir böbrek 3 bin dolar etse, bir karaciğer nereden baksan 6 bin eder” diyerek organ mafyası kafasıyla düşünmüyorlardı eminim.

Meydanlarda ses çatlatarak, güneş gözlüğü ile karizma yaparak halkın her kesiminden üç adet çocuk sipariş etmek yerine benim daha mantıklı bir çözümüm var, ki küçük hesap insanlarına da gayet mantıklı gelecektir: Durumu gerçekten çok şahane olan, gelecekten tek kaygısı planladığı yıllık kârlılık oranını yakalamak olan ülkenin değerli kodamanları en az 3 çocuk yapsın, kendine dahi zor bakan yurdum insanı ise karne ile çocuk yapsın, onlar da günümüzdeki gibi tek kalemde harcansınlar. Böylece ülkenin refah seviyesi tavan yapar, zenginlik oranı artar.

Saatlerini geri almayan varsa ceza olarak 2 saat geriye alsın hemen.

23 Ekim 2009 Cuma

Babalarının Ellerine Kalmış Sabi Sübyanlar

Hep hanım kızlarımızı yeriyorum çizmesiydi, gözlüğüydü, anadan doğma şairler hepsi gibi şeyler diyerek, biraz da biz erkeklerin kaba etlerini dağlayalım madem.

İşyerimin yakınında Amerikan menşeli olmak üzere üç tane fast-food restoranı var ve arada (arada dediğim bir haftanın yarısı ediyor) ben de buralardan yemek yiyorum ve her gittiğimde, özellikle de Cuma öğleden sonraları ve Cumartesi günleri mutlaka 3-4 yaşındaki çocuklarının ellerinden yapışarak gelen babalar görüyorum. Çoğu sadece baba ve oğul/kız takılıyorlar, bu da annelerini atlatarak erkek erkeğe ya da baba-kız dışarı çıktıkları anlamına geliyor.

Babası Burger'da Indirim Varmış, Koşun Hemen! Erkeklerin yüzde doksanının kendine bile bakamadığını, tek başına kaldığında peynir ekmeğe talim olduğunu bildiğimiz halde hangi mantıkla ve cesaretle çocuklarına bakmaya çalışıyorlar aklım ermiyor. Zira ufacık bebeğe sen o yağlı mönüleri yedirdiğinde bu çocuk 10 yaşındayken uzayda normalde kaplaması gereken alanın 3 ya da 4 katını kaplıyorsa, seni altına alarak intikam amacıyla ezmesi hakkı mıdır, değil midir bre adam! Bu çocuk edindiği göbekle amcalarına göbeği yüzünden göremediği pipisini gösteremeyecek, belki varlığından ergenliğe kadar (şansızsa hayatı boyunca) haberi bile olmayacak, ya da küçücük dev kızın hayatı boyunca annesini geçtim, babası tarafından asla havaya fırlatılamayacak eğer sen özveri gösterip, küçük işlerin adamlığını yapıp vücut geliştirmede bir noktaya gelemezsen.

Tüm anneleri ve anne adaylarını ivedi ile uyarıyorum: Hanımlar çocuklarınızın beslenmeleri konusunda asla babalara güvenmeyiniz, utanmasalar dişi olmayan çocuğa patlıcan kebabı yedirir bunlar.


22 Ekim 2009 Perşembe

Kesinlikle Yasaktır!

Bir kavramın en üst ifadesine nasıl ulaşılır sorusunun cevabı, önüne pekiştirici bir sıfat ya da miktar zarfı getirmek olacaktır. Yani “çok acayip bir şey”deki gibi “çok” kullanarak acayipliğin sanıldığından daha acayip olduğunu vurgulamak gibi şeyler anlatmak istediğim şey.

Ya Sadece Yasaktır Yazsaydı? Sonuçların Sorumlusu Kim Olacaktı? Bir de genellikle Türk dili hocalarımızın kendilerini ne kadar da bilgili, ne kadar da entel, efendime söyliyeyim ne kadar da kel kafalı olduklarını gözümüze sokmak istediklerinde dile getirdiği tek bir yanlış kullanım bulunuyor: Zaten en üst seviyede ifade edilen bir kavramın ifade seviyesinin daha da yukarı çıkarılmaya çalışılşması. Buna dair bilinen tek örnek “kesinlikle yasaktır” örneğidir.

Hocalara takmışım gibi oldu ama bir yandan da haklılar, kurulu düzeni bozuyor bu ifade düşünecek olursak. Bize de söylendiği gibi tek bir yasak vardır ve bu çiğnenmemelidir, o yüzden de “kesinlikle yasaktır” gayet saçma bir uyarıdır.

Ama ben bunun bir açıklamasını yapıp herkesi bu durumdan kurtarmayı planlıyorum (Türk Dili dersini  alacaklar afiyetle kullanabilirler). Şöyle; Yaptırım nedir? Bir yasak çiğnendiğinde uygulanan nahoş şeydir, cezadır. Peki biz insanoğlu olarak yasakları çiğnemeye karşı eğilimli miyiz? Bittabii! E, o zaman “Yasaktır!”ı çiğnemenin yaptırımı kulak çekmek falan olabilir en fazla, çünkü yaptığın çok da bir şey değil, yasak alt tarafı. Ama gelgelelim “Kesinlikle Yasaktır!”ı çiğnersek köylerde falaka, şehirde nezaret ve hapisle sonuçlanması gerekiyor. Yani “Kesinlikle Yasaktır!” kullanımı aslında bir yanlış değil, sosyolojik ve psikolojik araştırmalarla ortaya çıkarıldığını düşündüğüm mükemmel bir uygulamadır.

P.S. ‘Türkiye’de yaptırım nedir? Kısmi cezadır.’ gibi soru ve cevapla bu durumun Türklerin kural tanımazlığı yüzünden ortaya çıktığını ve Türklere has olduğunu söyleyemeyiz çünkü İngilizce’de de “strictly forbidden” ifadesi var. Yani biz tüm dünya olarak dayaklığız.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Manga Kahramanları Samuray Kılıcı Taşımak Zorunda Mı?

Dediğim gibi Dost’a malzeme toplamaya gittim, hatta buldum da bir kitap “geyik köşe yazım” Burak Çınar Okuyor için, başını sonunu da okudum hemen. Ama evvelinden ilgimi çeken başka bir şey olduğundan ötürü bu kitap yerine onun hakkında yazmak daha işime geliyor şimdi. Arzım ve talebim bu doğrultuda.

macbeth NTV’nin pek de güzel “Dünya Klasikleri Çizgi Roman Serisi”ni bilmeyen kalmamıştır, zaten çizgi roman hayranı olduğum için aradan çıkarayım bunu istiyorum. Hastalığımdan ötürü gittim birinci basımını edindim hemen en  son seri olan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını. Daha sonra biraz dolaştım itiraf etmek gerekirse malzeme bulmak için ve Shakespeare’in Macbeth’inin “manga” olarak hazırlanmış çizgi romanını buldum. Görünüşe göre edebiyat camiası NTV yayınlarına olan talepten sonra bir hışımla bu pazara atlamış.

Kapağı ve içeriği gördükten sonra “Bu nasıl Machbeth ki?” dedim kendi kendime. Manga eserler Japon kültürünü alabildiğine yansıtsın bittabii, bizim karikatürlerimiz nasıl diğer tüm çizgilerden farklı ise manga çizimleri de Japonlara has, tamam. 15 yaşımdan beri alıp biriktirdiğim için çizgi roman koleksiyoncusu bile sayılırım, o kadar çok seviyorum çizgiyi ama şimdi arkadaşım gidip de Allah’ın İskoç kralı Macbeth’in elinde samuray kılıcı, başında bandana, üstü çıplak, altında da “eşortman” altı ile çizersen bildiğin saçmalarsın.

O ne o arkadaki? Japon malı televizyon direği mi?

20 Ekim 2009 Salı

Çizmeler Üzerine

Çizmelerden yana öyle muzdaribim ki sadece giyme tarzı, giyme zamanı hakkında değil, salt çizmeler üzerine kafamı çok yoruyorum ve bu konuyu bir liseli kızın yaptığı gibi kafama takıp, kendimi harap ediyorum. Sanırım bu halimin bir safha sonrası özenle düzelttiğim çift kişilik yatağımın üzerine yüzükoyun zıplayıp o yatağı  bir güzel bozmak, ayaklarımı da doksan derecelik açıyla kaldırıp, nefes almamı neredeyse engelleyecek şekilde kafamı gömdüğüm yastığımı ıslata ıslata ağlamak olacak.

Ayağın Kokar Bebeğim Onlarla Gencecik, hayata neşeyle ve dahi bön bön bakan kızlarımızın bıraktım mevsim normallerinin üzerindeki sıcak havayı, yaz sıcağında giydikleri çizmelere bir türlü anlam veremiyorum. İnternette ufak bir araştırmayla, hiç düşünmeden ithal ettiğiniz bu “lanet olası” moda denen şey içerisine “Yaz Çizmesi” diye bir çizme de tıkıştırdıklarını farketmek ise hayat boyu böyle karamsar ve üzgün kalacağımın işareti gibiydi sanki. Sıcak havalarda da çizme giyen kızlarımıza kısa ve öz bir uyarım olacak: Böyle sıcak havalarda ayağınızda bu çizmeler varken ancak Starbucks’ta oturur, içtiğiniz kahvenizle arkadaşlarınızla fotoğraf çekinir ve sosyalleştiğinizi düşünürsünüz ama eve dönüp de Facebook’a bu fotoğraları yüklemek istediğinizde yanınızda olacak tek bir şey vardır, o da ayak kokusu!

Aşağıdaki Sokakta Kanalizasyon Patlamış, Çizmelerin Bana Lazım Bir diğer takıntılı olduğum nokta da çizme olayının dibine vuran körpe kızlarımız… Sokakta bir itfaiye memuru, patlayan kanalizasyonu onarmak için koşturan bir belediye çalışanı gibi görünüp “Yanınızdayız!” mesajı vermekten kilometrelerce uzak iken ne demeye plastik çizme giyiyorsunuz e be canlarım? Cafcaflı renklere boyanmış, puantiyelerle bezenmiş plastik çizmeleri giyince sadece içi boş bir amele sıfatına sahip olduğunuzu bilmek sizi üzer mi? Virgülle ve sesli harfli kelimelerle kurulmuş cümlelere alışık olup, bunları anlayabilseniz belki ederdi.

Yüzün Neredeyse Yarısını Kaplayan Güneş Gözlükleri

Nereden baksak bi’ 2 sene mazisi var bu kocaman devasa gözlüklerin moda olmasının. Az önce bir gazetede yine bunlardan takmış birini görünce yeniden idrak ettim ki; kadınların bu hatalarını fark etmesini, bu “anlamsız” modanın geçip gitmesini, şimdiye kadar bu konu yüzünden çektiğim sıkıntıları ardımda bırakmayı iple çekiyorum!

 1
Nasıl bir ara Rayban markasının ürünü, aslında bildiğimiz “pilot gözlüğü” olan gözlükler moda idiyse, şimdi ise yüzün 4/2’sini kaplayan gözlükler rağbet görüyor malesef. Benim gibiler için yaz bitince kurtulur, rahat ederimcilerin bu hayalleri de, artık bilgisayara bakmaktan pert olmuş ve ufak bir ışık kırıntısında kamaşan gözlerin kışın da bunlara ihtiyaç duymasından dolayı suya düşmüş durumda. Hakkımızda hayırlısını diliyorum.

2

19 Ekim 2009 Pazartesi

Burak CINAR Okuyor

Sağdan soldan okuduğum şeyler ile ilgili dışavurumcu-lafsokumsal yazılarımı bu başlık altında bulabilirsiniz dostlarım.


Arz ederim







Pazarlık İşkencesi

Malesef benim de çıkmaza girdiğimde başıma gelen, insanı çok kötü hissettiren bir durum vuku buluyor herhangi bir yerde, herhangi bir ürün için pazarlık yapmaya niyet edip de muvaffak olamadığım zamanlarda. Durum bazen müşteri olarak az da olsa sözünün geçmesini istediğin için, bazen de yeterli paran olmadığı, fakat neyse artık uğruna pazarlık ettiğin, onu almak için karşımıza çıkıyor.

En son Karanfil Sokak’taki Dost Kitabevine giderken “akşam saati pazarı” kurulmuştu yine ve genç bir kadının gözleri tezgahın önünde uzaklara dikilmişti. Tezgahtar genç kadınla ilgileneceğine tezgahın üzerinde oraya buraya dağılmış mallarını toplamakla uğraşıyordu “olmaz didim hanım abla” dercesine kaşlarını çatarak. Ben ikiliye iyice yaklaşmışken de tekrar sordu sorusunu kadın bakışlarını kendini zorlayarak daldıkları yerden adamın üzerine götürerek: “Olmaz mı ya?, Olur ya?”

“Olmaz abla” cevabını alınca da arkadaşlarımıza, yakınlarımıza türlü geyikler döndürüyoruz “Yok zaten 1 lira kazanıyormuş, bi’ git ya!”, “İkram payı bırakmıyorlar mı hepsi, yalvardım kuruş indirmedi!” diye.
O, bu değil de, babam olsaydı o hatunun yerine, yarısına almıştı kesin artık almak istediği şey ne idiyse. Eski toprak ne de olsa.



17 Ekim 2009 Cumartesi

Para İnsanı Bozuyor


Efendim sürekli aklıma gelip gelip de unuttuğum şeyler artık hiç olmasın, kaybolmasın diye blog açtım, kesmedi bir de "blogspot" uzantısından kurtulup alan adı aldım, o da yetmedi. Bu sefer reklam alayım dedim, gönderdikleri reklamlar da yok "Ayşe'nin yatak odasına gir", yok efendim "Canan'ın kamerasını aç" gibi hiç benim gibi aile terbiyesi had safhada bir insana göre olmayan reklamlar. Buradan reklam şirketini kınıyorum Flash TV reklamlarını bana layık gördükleri için. Allah vere ki orada "enlarge your penis" gibi şeyler yazmasın. Az daha dursun, hevesimi alayım kaldırıyorum zaten, teessüf ederim!


Kentinle Gurur Duyuyor Musun?

Melihciğim yine bir ödülü kaptığı gibi güzel Ankaramıza getirdi. Futbolda ve yönetimin her türlüsünde gayet başarısız olsa da plaketiydi, efendime söyliyeyim tabak ya da tepsi kisveli ödüllerdi, ayırt etmeden hepsini alıp getiriyor. Bu sefer de tutmuş eve Avrupa ödülü getirmiş, sokaktan bulduğu her şeyi eve getiriyor saçlarına yandığım.
Gerçekten, bu ödülleri Ankara nasıl kazanıyor hiç bilemiyorum, çünkü ben olsam Hilton'ıydı, Sheraton'ıydı bu ödülü veren gevurların kol gezdiği yerlerde, mesela Tunalı Hilmi'de her yer toz toprak dolu diye vermem ödül mödül. Ben örneğin, Tunalı Hilmi'de yürürken her defasında gözüme toz kaçıyor, ağlamaklı oluyorum. Bu sefer de insanlar gerçekten ağladım zannetmesin diye "cık cık cık bu ne ya!" diyorum hafif dışarıdan konuşarak.

Melihciğim bakırcı Hamdi Usta'ya yaptırdığın plaketleri lütfen artık kazandık, en büyük biziz diye yutturma, "Kentinle Gurur Duy!" sloganıyla bezediğin, her baktığımda saçının ve bıyıklarının arasında kendimi kaybettiğim resimlerinle boy boy bastırdığın afişleri "Nasıl olsa benim" diyerek her reklam panosuna asma. Aile terbiyesi görmemiş derler.


Kaldırımların Suçu Ne?



Her şeyden önce evet ben de bağımlısı idim, yaklaşık bir sene öncesine kadar ben de yapıyor, yapmaktan kendimi alamıyor idim. Türkiye'de kaldırımlar üzerlerinde yürünecek gibi değil, evet ama takıldığında neden dönüp arkasına bakar insan? Suçlayacak birini buldun evet de yani bakışınla arkandan takıldığını ve komik bir hal aldığını gören insanlara "Lanet olası belediye çalışmıyor dostum, bak ne hallere sokuyor bizi!" izlenimi vermek zaruri midir?

Hemen şu anda çok acayip bir teori geliştirdim, çok akademik hissediyorum kendimi: Düşünüyorum da sanırım nereye takılsak, düşsek ve kendimizi kötü hissetsek (Bu küçükken acı, büyükken rezil olma olarak değişim gösteriyor) ailemiz o zemini ya da nesneyi "Bu mu acıttı bacağını yavrum? Bu mu 'ög'  yaptı canım?" (ög ne ola ki?) diyerek "Al sana pis yer!", "Al sana pis sehpa!" diye döve döve bizi takıldığımız her şeye düşman ettiler. Hangimiz ağlamaklı olduktan, hatta delicesine ağladıktan sonra "Ben dövdüm onu yavrum, bak geçti." cümlesini duyduğumuzda yelkenleri suya indirip, yüzümüze gülücükler kondurmadık ki?

Evet ben artık kaldırımlara ya da kirişlere takıldığımda dönüp arkama sinirli bir bakış atıp, kafamı "cık cık cık" diyerek sallamayı bıraktım. Çünkü gerçekten takılanın arkasında durup olaya tanıklık ettiğimde bir sene önce, görünüşün ne kadar salak olduğunu idrak ettim.