25 Aralık 2010 Cumartesi

Time is Running Out ya da Vakit Tamam Hemşerim

Asker olduğumçün sırf askerlikle ilgili bilgilerim taze diye yazıyorum "yok şöyle oldu, yok efendim böyle oldu" diye, önce bunu bir belirtmek isterim. Zira kapısından çıktıktan sonra çok fazla dillendirmeye niyetim yok bir 50 yaşına kadar. Bu süreye kadar bir özet geçmekte fayda var, ki zaten 50-60 arası bolca ısıtıp ısıtıp anlatırım bunları ben, biliyorum kendimi.

Askerlik çok acayip bir duygu haline bürünüyor her gün. Sap sapa bu kadar yakın olacağım bir ortama tekrar girmek istemem doğrusu. Yüce rabbim her gün bir sınamaya sokuyor bizleri, sözlüye "nasıl olsa çıkmam" diye başımı sıraya doğru eğip, bunun hemen akabinde öğretmen - o sıralar hocalarımız öğretmendi - tarafından tahtaya kaldırılıp, cevabı bilinmeyen sorular neticesinde heyecan ve terlemenin yaşanması gibi bir şey tanrımın sınavı da. Yoruyor... 

Bir kere şey çok kötü koyuyor sana, körpecik ast subaylar tarafından emir almak. Hayır, tamam emir alırsın, bu gayet normaldir ama şimdi 20 yaşlarında bir bebenin gelip de "Oğlum şunu şöyle yap" demesi, bir de bunu bir baba şefkati  ile buyurması, 26 yaşına girmeye ramak kalmış bir Burak için yıkıcı bir darbe niteliği taşıyor. Çok fecî!

Muhabbetin önemi ise bambaşka burada, değinmeden geçmemek lazım. Komutanlar ile muhabbetin doyurucu, onları besleyici ise bir saygınlık kazanıyorsun. Terazine tıklıyor adamlar, emeğe saygı, paylaşıma devam diyorlar ve bunun ekmeğini çarşı izinlerinde, evci izinlerinde ve daha birçok durumda yiyorsun. Ama bu aydınlatma işi herkeste aynı etkiyi bırakmıyor, bazıları "Bağane moğakoyyim" tadında yaşıyor hayatı ve bilmediği bir şeyi öğrenmek, daha doğrusu bir şeyi bilmediğini öğrenmek bu adamlara öyle kokuyor ki, anlatamam. Ya da anlatabilirim ama gerek yok, çok koyuyor kısaca.

Bir de rütbelilerin (maaşlı olanlar, benim de rütbem var, çavuşum bizzat. tamam sustum) çoğu bu hayattan pek memnun değiller, ya da beni yiyorlar. Ben hesapladım, yılın 1 ayında adam gibi çalışıyorlar toplasan. Ama şark görevi falan, sürekli taşınmalar, yer değiştirmeler gerçekten hoş değil. Buradan TSK'ya sesleniyorum!: N'aber? Benim askerlik bitiyo oğlum, ben giderim sen daha askercilik oynarsın buralarda!

Nato'ymuş da seçkin birlikmiş de. Hacı askerlik her yerde aynı, Istanbul'da şehrin göbeğinde, gökdelenlerin arasında daha da bir koyuyor insana askerlik yapmak, cidden bak! Doğu'da askerlik yapan poşet arkadaşlar, bitirdiniz ha askerliği lan! Sizinki de askerlik, bizimki de. Valla bak.

Öpücükler ve arzlar.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Yapacak Bir Şey Yok

Askerlik dediğimiz süreç boyunca dillere pelesenk olan bir cümle var ki, buradaki mantıksızlık silsilesini bir meta imiş gibi kabullenmeyi simgeliyor adeta: "Yapacak bir şey yok"

En basit konularda bile askerlerin elinden gelecek bir şey olmadığını aslında çok da açıklıyor. Buradaki cümle yapılarını açıklarken cümlelerin küfürle bitip yine küfürle başladığını anlatmıştım, çünkü çok bariz ve gözden kaçacak gibi olmayan bir ayrıntı. Lakin daha fazla muhabbet etmeye başladığınızda paragrafların arasına "Yapacak bir şey yok"un nasıl da kronik bir şekilde yerleştirildiğinin farkına varıyorsunuz. 

Daha nelerin farkına varacağız bakalım?


23 Ekim 2010 Cumartesi

Gündüz Nöbeti

19.09.2010

Bugün pazar ve şu an 13:00-16:00 saatleri arasındaki nöbetimi tutuyorum. Normalde güneş olduğunda sıcaktan tüm askerleri pert eden bu saat aralığında şans eseri hava parçalı bulutlu.


Nöbetin aslında hiç bir olayı yok, ayakta "kompozit başlık" (hani şu kaplumbağa sırtı gibi olan) ve üzerinde çelik yelek ile iki, bazen de üç saat beklemen gerekiyor. Arada gelen devriye, askerlerin nöbetlerini düzgün/nizami bir şekilde tutup tutmadıklarına bakıyor. Nöbeti düzgün tutmuyorsa asker tutanak yiyor, akabinde ise de cezalandırılıyor. 


Nöbet tutulan alan duvarla kaplı bir kulübeden oluşuyor, bu alanın yani duvarın ardına çıkmak yasak, oturmak ya da bir şey yemek içmek yasak, kompozit başlığı ya da çelik yeleği çıkarmak ve G3  piyade tüfeğini  bırakmak yasak.


Devriyeye yakalanmadığın sürece ise burada düzenli olarak yatıyorlar bile. Devriyeye karşı güvenlik önlemi alınıyor elbette...


... derken devriyeye yakalandık ulan! Oha ya! Yanımdaki "Abi benden hiçbir şey kaçmaz!" diyen Cem adındaki çocukla enselendik. Ağzına edeyim Cem!


Devriye astsubayı "Neden uyuyordunuz?" diye sordu, uyumadığımızı söyleyince de inanmadı, tutanak tuttu; zira ikimiz de oturuyorduk. Hay ben seni Cem gibi!


21.09.2010


Bu boku yemenin ardından 2 çarşımın kitlendiğini öğrendim, ki iki haftada bir çarşıya çıktığımıza göre bir buçuk ay içeride kalacağım demektir. Hayvan Cem, hep senin yüzünden!


22.09.2010


Bizim bölüğe yeni bir komutan atanmıştı, adam taşınma işlemlerini falan halletmek için 20 gün izin almıştı. İzni bitti geldi bu adam ve ilk dediği şey "Şimdiye kadar alınan cezaları affediyorum, yeni ve temiz bir sayfayla başlamak istiyorum  göreve. Bundan sonra kaşınanı kaşırım ama..." oldu.

Evet, ballı götün tekiyim ama bundan sonra nöbette oturanın, affedersiniz, götüne G3 piyade tüfeği girsin. Askerlik psikolojisi çok fena bir şeymiş, çarşı da velinimet... 


Bak sen şu işe ya hu!

9 Eylül 2010 Perşembe

Uygun Adım, Naş

Tamam, ballıyım. Hiç bir zaman da inkar etmedim zaten; Şehr-i Istanbul'da, mis gibi bir yere askerliğim çıktı, acemilik boyunca deyim yerindeyse "yatarak" askerlik yapıyorum. Şimdilik tek sıkıntım, teknoltojiden uzaklaşmış olmam.

Askerlik İstanbul'un göbeğinde bile çok acayip bir şey. Mesela ilk yemek deneyimimde bir grup mavi adam yemekhaneye "ehüehüehü" diye yeri göğü inleterek neşeli neşeli girmişlerdi. Aklıma ilk gelen küçüklüğümde çok iyi bir çocuk olduğum ve sonunda şirinleri görebildiğim oldu, fakat daha sonra bunların "bahçe takımı"ndan oldukları için masmavi giyinen askerler olduğunu öğrenip, küçüklüğümde çok yaramaz ve herkesin burnundan getiren bir çocuk olduğumu kendime kabul ettirdim (Askerde özeleştiri yeteneği artıyor sanırım).

Asker arkadaşlığını saçma bulan bir adam olarak burada kendi köşemde 5 ay 5 gün boyunca takılırım diye düşünüyordum ama çok kral adamlar gördüğüm için tükürdüğünü yaladım yuttum. Ama en kralımız bile zamanla burada normal bir insanın IQ seviyesinin altına düşmekten kurtulamıyor. Burada en uzun cümleler 5 kelimeyi geçmiyor. Yapı olarak şöyle izah edebilirim:

Omoğa koduğum (2 kelime) + günaydın + skik!

Gördüğünüz üzere 4 kelimelik bir cümle var yukarıda. Gizli öznelerin kullanımı kaçınılmaz olmakla birlikte, cümle her zaman küfür ile başlayıp küfür ile bitmekte. Benim gözlemlerime dayanarak bu jargonun bu hale gelmesinin asıl sebebi kendi egolarını tatmin etmek için askeri siken komutanlar. Yani her Türk asker doğar olayı, eğer askerden kasıt bir komutanın uşağı ise doğruluk bulmakta.


 Askerde Her Sayı Tektir

Çok acayip ama burada çift sayı kullanılmıyor. Örneğin adım attırmaya yönelik bir komut verildiğinde 4 adım attıracaklarsa 3 adım attırıyorlar, ardından 1 adım daha attırıyorlar. Takıntılı bu adamlar abicim, ben söyliyeyim.

Sıraların Gizemi

Sıra olayı ise bambaşka. Sabah kalkınca traş olmak için lavabo sırasına giriyoruz. Sonra kahvaltıya gidip sıraya giriyoruz, akabinde sayım yapıyorlar eksik gedik var mı diye koyun gibi sayıyorlar bizi sabahları, öğle ve akşamları. Eğer bazı koyunlar bir yerde takılmışlar, otlaktan ayrı kalmışlarsa bu sayım işi uzuyor, ki genelde orada burada takılan 1-2 koyun oluyor. Bu sayımın adı da içtima...

Telefon etmek için de sıraya giriyoruz bittabii, su ve diğer tüketim malzemeleri almak istersek de sıraya giriyoruz.


Kitap Tüketimi

Şimdi, bizim gibi kısa dönemleri bir koğuşa topladıklarından ve bol boş zamanımız olduğundan (acemilik için geçerli) pek çok arkadaşça kitap yer hale geldik. "Ben üniversite boyunca hiç kitap okumadım" diyen ilginç arkadaşlar bile kitap yer hale geldiler. Bence kısa dönem askerliği 1 aya düşürmek en mantıklısı. Gelen akşama kadar askeri bilgileri aldığı eğitimlere katılır, akşamları da 9 buçuk gibi bir saatte uyumanın imkanı olmadığı için kitap yiyerek entelektüel seviyesini de geliştirirdi. Ama her Türk asker doğduğu için ancak uzar askerlik, kısalmaz.


Burada bir çok yeni tip var, tipi yarılmanıza neden olacak tipte adamların sayısı da çok. Bence askere gelen her adamın o zamana dek bilmediği bir çok şey var ve bu bakımdan da yararlı bir zorunluluk askerlik. Benim gibi traji-komediden hoşlananlar burada hiç sıkılmazlar, eminim.

24 Haziran 2010 Perşembe

Işık

Kapıdan içeri girdiğimde gördüğüm ilk şey hiç oldu. İçerisi o kadar temizdi ki, kapının üzerinde duran ışıkla beraber göz kamaştıran bir ışık doluştu her yere. Gözlerim yavaş yavaş alışmaya başladığında ortama, incelemeye başladım ve bir süre hareketsiz kaldım. Ardından sonsuz bir karanlığa gömüldüm...
Yok abicim, yukarıda okuduğunuz şey zorlama bir edebi metin değil, bir tatlıcının tuvaletinin tarifidir! Geçen gün arkadaşlarla, affedersiniz, yemeğin ardından hayvanlığın sınırlarını zorlamak amacıyla bir künefeciye gittik. Ardından, tekrar affedersiniz, abdestimi icra etmek için tuvalete (büyükbabamın deyişiyle, 100 numaraya) gitmek için izin istedim ve masadan kalkıp tertemiz tatlıcının içerisinde çocuksu bir gülümseme ile malak malak yürümeye, tuvaleti aramaya başladım. Hoş, tuvaleti bulmam çok kolay oldu, bu güzel tatlıcı yol tariflerinde de başarılı tabelalar koymayı ihmal etmemişti. Neden sonra tuvaleti bulmam ve içeri dalmam ile ilk paragrafta yaşadığım olaylar meydana geldi.

Peki sondaki karanlıkla anlatmaya çalıştığım şey nedir? Altıma mı kaçırmıştım? HAYIR tabii ki! Tuvaletteki tek bir dokunuşla üzerindeki hijyenik hacet poşetini değiştiren klozet gibi ışığı da son modaydı burasının ve harekete duyarlıydı. Ama 10 saniye kadar kısa bir süreye...

blog1 Neyse efendim, ben oturdum tertemiz, mis gibi klozete fakat böyle bir durumda normal hareketli halimden eser kalmadığıçün ışık zırt pırt söner oldu. El ettim, kol ettim fakat bir süre sonra da kolum yoruldu. Kısa zaman sonra transa geçen bünyem, dışarıdan gelen slow müziğin tesiriyle bir sağa bir sola sallanmaya başladı. Sallandı da sallandı, gitti ve geldi, translardan transa girdim ve bir tuvalet maceram bu şekilde noktalandı.

blog2 Fakat nedense 5 ila 10 saniyede bir sönen bu ışık dolayısıyla işletmeciye kızmayı bir yana bırakın, temiz ortamdan öylesine hoşnuttum ki keşke yanıma birkaç klozet daha da koysalardı da, bu mutluluğu arkadaşlarımla da kol kola bir sağa bir sola sallanarak paylaşabilseydim diye içimden geçirmeden de edemedim.

Teşekkürler temiz işletmeci, teşekkürler duyarlı insan!

Arz ederim.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Hayvan Çiftliği

Hayvanoğlu Hayvan! Aranızda okumayan var mı bu romanı bilmiyorum ama okuması çok kolay ve sıkıcı olmayan böyle bir roman varken bence biraz Karamsar Edebiyatı'ndan uzaklaşmak, George Orwell için bir fatiha göndermek lazım.
Eline alıp sayfaları karıştırdığında aralarda beliren illüstrasyonlar kitaba tam bir fabl havası katsa da, anlatım masallardaki kadar akıcı ve kolay anlaşılır olsa da kitap tam bir efsane.
Olayın akışı zaten planlı programlı; bu, affedersiniz, mal domuzlar giderek kurdukları eşit topluluktan kopuyorlar, insanlara özenerek onların hırsları ile zaaflarını ediniyorlar. Giderek de insanlara benziyorlar haliyle. Benzetmelerin ne kadar çok yerli yerine oturduğunu, kimlere göndermelerin yapıldığını uzun uzadıya anlatmaya, çok fazla ayrıntı vermeye gerek yok, sadece orijinal metin ve Türkçe çevirisiyle (Can Yayınları - Çevirmen: Celâl Üster) son paragrafını vermek istiyorum, o kadar. Aslına bakılırsa buraya aktarılacak çok sağlam cümleler de yok değil ya bu paragraftan başka, neyse...
Arz ederim:
But they had not gone twenty yards when they stopped short. An uproar of voices was coming from the farmhouse. They rushed back and looked through the window again. Yes, a violent quarrel was in progress. There were shoutings, bangings on the table, sharp suspicious glances, furious denials. The source of the trouble appeared to be that Napoleon and Mr. Pilkington had each played an ace of spades simultaneously.
Twelve voices were shouting in anger, and they were all alike. No question, now, what had happened to the faces of the pigs. The creatures outside looked from pig to man, and from man to pig, and from pig to man again; but already it was impossible to say which was which.
Daha yirmi-otuz metre kadar uzaklaşmışlardı ki, oldukları yerde kalakaldılar. Çiftlik evinde bir gürültüdür kopmuştu. Geri dönüp hızla eve koştular ve pencereden içeri baktılar. Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp çağırmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet... Anlaşıldığı kadarıyla kavganın nedeni Napoleon ve Bay Pilkington'ın aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıydı.
İçeride on ikisi de öfkeyler bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanları, bir domuzların yüzlerine, bir de insanların yüzlerine bakıyor, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.

Sağlıklı Yaşam Koçu

Çok enteliz, çok "kuğl"uz, efendime söyliyeyim pek bir burjuvayız; ve işte tam da bu yüzden yaşam koçu falan ayarlayıp artık işte nerede satılıyorlarsa oradan, hemen yetkiyi, idareyi ellerine teslim etmeliyiz. Ne kadar mal insanlarız ki hemen, affedersiniz, her boku birilerinin ellerine emanet ediyoruz.

Bir Yaşam Koçuna Neden İhtiyaç Duyarız?

Koc Budur Abicim İşte! Evet, hiç ihtiyaç duymayız. O yüzden böyle bir başlık atmak çok saçma olurdu doğrusu. Güzel annelerimizden daha alâ yaşam koçu var mıdır ey dostlar şu hayatımızda görüp de görebileceğimiz, ha? Makarnayı bile "Ekmekle ye yavrum, miden bulanmasın." diye yediren o melek şahsiyetlerden başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayız. O kadar!

Bir de araştırdım internetten, bu adamlar kendilerini nasıl pazarlıyorlar diye, tam da tahmin ettiğim gibi çıktılar. Buyrunuz:

Yaşam koçluğu; psikolojik problemi olmayan ve yaşamında normal davranışlar sergileyen bireylerin hedeflerine daha hızlı ve etkili ulaşmasına yardımcı olmak amacıyla verilen profesyonel bir, kişisel çözüm hizmetidir. Yaşam koçu, Klinik Psikologların veya Psikiyatrinin uzmanlık alanına giren anormal davranışlarla, psikolojik hastalıklarla ve psikolojik problemlerle ilgilenmez. Normal davranış sergileyen insanların hayatında nasıl daha başarılı olabileceğiyle ilgilenir. Tedavi edici değil geliştiricidir.

Yani, diyorlar ki: Abicim siz zaten süper insanlarsnız ve bize verecek yani çöpe atacak paranız da var. Bize verecek paranız varsa siz zaten belli bir kariyere sahipsiniz, kendi başınıza yükselmenizin de önü açık çünkü problemsiz, dertsiz ve dahi tasasız insanlarsınız. Biz yaşam koçları olarak, billurlarımızı kıpırdatmadan bu süreç içerisinde sizi pohpohlayarak cebinize giren fazla paranın sizi strese sokmasını önlüyoruz.

E yani bu durumda, kusura bakmayın ama bu adamların paralarını aldıkları denyoları sövüşlemede sonsuz hakları var. Bir de eğer bir koç tutacaksanız bence zenci olsun, koç dediğin zenci olur çünkü.

Arz ederim.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Hep Birlikte: Alıyoruz, Veriyoruz

Havalar sıcak yüzlerini gösterir oldular ve beynimiz, vücudumuzun durumunu güneşin tuttuğu o aydınlanmacı ışık huzmeleri sayesinde algılar oldu. Bir de baktık ki kıllanmış, pörsümüş ve en önemlisi de kilolanmışız dostlar! Neymiş? Durum Köroğlu efsanesindeki gibi değilmiş, karanlıkta bırakınca her yerimizi serpilmiyor, şahlanmıyor, beyaz bir aygır olmuyormuşuz.

Lakin bunu mu anlatmak niyetindeyim? Hayır, hayır sizleri zaten artık farkına vardığınız şeyler ile iyice sıkmayacağım, aksine bir komplo teorisi geliştirdim ve onu paylaşacağım.

Yaz mevsimi başını gösterir oldu hafiften ve televizyonlarda da, affedersiniz, bir içim su bikinili kızlarımız eşliğinde yepisyeni rejim tarifleri dönmeye başladı. Doğaldır bittabii, mevsimi geldi zaar. Ama neden hep bir Sibel Can kışın kilo alıp, yaza yaklaştığında günde üç damacana su içerek zayıflıyor ve neden nefes alır gibi kilo alıp veriyor arkadaşım? Bu kadın reklamda oynuyor, şarkı zaten söylüyor, e dansözün de balık etlisi makbulken bu kadın neden kilo verme eğitim seminerleri düzenliyor iyice magazine sardırmış ana haber bültenlerinde?

Araştırmadım, soruşturmadım ve naçizane popomdan uydurdum ki, bu kadına biri zorla kilo aldırıyor ve verdiriyor! Biri bu kadını kullanıyor, dostlar!

Arz ederim.

Evvela Akabinde

Nihayetinde

11 Mayıs 2010 Salı

Ben De Bundan Bahsediyorum Adamım

Evet her gün Haber Türk gazetesi alarak sonunda amacıma ulaştım! Hayır, kupon biriktirip 3 yaş seviyesi için üretilen ama her kesime kaptırmaya çalışılan dandirik dizüstümsü bilgisayarlardan ya da konuşan, tepişen sözlüklerden almadım. Ankara ekinde gerçek bir “gerzek haber” buldum sonunda.

Bu haber içerisinde fotoğraftaki “Bilkentli” kızlarımızın günlük kıyafetlerine gereksiz ve saçma övgüler, Istanbul’dan bir “dost”un gözüyle Ankara kızlarının görünümü, güzelliği üzerine yorumlar ve dahi fanteziler okuyacaksınız. Herkes okusun diye üzerine tıklanınca göz bebeklerinizi terletmeyecek şekilde taradım. 

Rica ederim.

 

Harikalar Diyarı'na Heykeleri Dikilecekmiş. True Story!

6 Mayıs 2010 Perşembe

Kolpa Haberin Adresi: HT

Hürriyet Gazetesi'nin Ankara eki yerel magazin hayatında bir çığır açtı, bunu kimse inkar edemez. Yok 'bilmem ne üniversitesinde okuyan güzel kızlar Salata'da şöyle eğlendi'li, yok '20. yaşını arkadaşlarıyla şıklık yarıştırarak kutladı'lı dandirik haberlerin bende tiksinti uyandıran tarafı ise bu haberlerin içinde "Cemiyet" kelimesinin sıklıkla geçmesi. "Cemiyetin ünlü simalarından Kurdeşen Hanım", "Cemiyetin renkli ismi Kaşar Hanım" cümleleri beni ölmeden mezara koyup, üzerine bir de kabir azabı çektiriyor dostlarım.

Bunun haricinde ise Haber Türk diye afili bir gazete mevcut ülkemizde, gazeteyi önümüze ekmek arası değil de tabldot olarak sunuyorlar  kendilerince. Lakin haber metinlerini yazan denyolar nedense bildiğimiz okul kantini kıvamında adamlar. Dünkü gazete tam bir bombaydı, cinayet haberlerinde saçma espriler, ölüm haberlerinde türlü komiklikler mevcut idi.

Bugün dünkü kadar performansları yerinde değildi mesela:

Tacizciden 'şişe'li intikam

ANKARA'da bir süredir eniştesi tarafından tacize uğrayan Hatice K. durumu eşine anlattı. Bunun üzerine Taner K. amca çocukları Arif K., Soner K. ve Adem K. ile birlikte bacanağı Saadettin U'yu silah zoruyla kaçırdı. 4 kafadar, Saadettin U.'nun ellerini bağlayıp çırıl çıplak soyarak işkence yaptılar. Bununla da yetinmeyen Taner K., 'Seni rezil edeceğim' dediği bacanağını şişeye oturtarak cep telefonuyla görüntüledi. Olayda bağırsakları parçalanan Saadettin U.'nun şikayeti üzerine 4 kafadar tutuklandı.

                                    Enis YILDIRIM/ANKARA

Kusura bakma Enis Yıldırım ama Allah senin tez zamanda icabına baksın bence. 4 kafadar nasıl bir tabirdir lan? Keşke dünkü gazeteyi saklasaydım da oradaki bombaları da yazabilseydim. Neyse şimdilik cemiyetten haberlerle yetinelim bence:

TIKLAYINCA BÜYÜYOR, ÇOK ACAYİP

24 Nisan 2010 Cumartesi

Ben Böyle Modayı Neyleyim?

Muzdaribim dostlar, ziyadesi ile muzdaribim! Tamam, her sene bir acayip moda çıkar, yaşanır ve yaşatılır, özendirilir falan ama bir moda unsuru insanı hayattan soğutur mu? Soğutuyormuş efendim malesef.

KAPKALIN KAS Bu senenin güzide modası kalın kaş modası imiş ve ben bunu tamamıyla ancak geçen hafta arkadaşlarımla bir mekanda oturduğumda idrak edebildim. Karşımda görece güzel bir hatun oturuyordu ama bu kepazenin kaşlarına bakışlarım kaydığında ise koca bir kıl kütlesi beni benden aldı, hayattan ve daha bir çok şeyden de o vakit içerisinde soğumuş oldum. "Gandalf gibi olmuşsun, Orta Dünya yaratıklarına dönmüşsün, kimbilir ayakların ne haldedir koca Hobbit seni!" diye yüzüne karşı kullanmayacağım laflar hazırladım kendisine.

Güzel olmuyorsunuz efendim, kendi haline bıraktığım kaşlarımdan daha fazla kaşa sahip olunca hiç de güzel olmuyorsunuz. Anlayın artık canlar, cananlar!

7 Nisan 2010 Çarşamba

Eşofman (Eşortman/Aşofman) Altı

Aşortman Altı Eşofman'ın kendisi başlı başına çok acayip bir şey zaten, ister halk arasındaki türlü telaffuzları olsun, çizgilisi çizgisizi, ceplisi cepsizi hep dikkatimizi çeker durur. Ama asıl dikkatimin -affedersiniz-* ağzına eden 4 (iki) şey olmuştur:

1- Bellerinde yağ birikintisi oluşmuş hatunların giydiği ve bu birikintileri deyim yerindeyse "pörtleten", dışavurumcu eşofman altı,

2- Yine hatunlarımızın boxer yerine normal pamuklu iç çamışırlarını giyerek, çizgi çizgi, yol yol, "Bakın benim donum var, şurada başlıyor ve şurada bitiyor" diyerek biz erkeklere rehberlik ettikleri eşofman altı,

3- Erkeklerin giydiği, alet edevat ne varsa gözler önüne seren, teşhirci eşofman altı,

4- Son olarak da aslında değinmek bile istemediğim, kıç dediğimiz poponun iki lobunun arasında kalan bölgeye giren eşofman altıdır bunlar.

Hepsini uzun uzadıya anlatmak istemiyorum, lakin tek bir ricam var, ki o da Ankara'da bunlardan birini gördüğünüzde şu numarayı aramanız: 112.

Evet numara 112 Acil'in numarası, zira bunlardan birini Ankara'da gördüğünüzde büyük ihtimalle benim hışmıma uğramalarına ramak kalmıştır dostlar.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Kendini Bilememezlik

Kendinize ne kadar iyiymişsiniz gibi geliyor? Yani ne kadar iyi bir insan olduğunuzu düşünüyorsunuz? Çok, değil mi? En azından "iyi bir insan"sınız kendinize göre, kimseye zararınız yok, efendime söyleyeyim yuvarlanıp gidiyorsunuz mütevazi bir biçimde.

whisperHalbuki bunların hepsi külliyen yalan dostlar. Kendinizi mütevazilik deryasında boğarken bile başkalarına yukarıdan bakıyorsunuz, herkesi kötü, lakin kendinizi süpersonik ve fevkalâde temiz biriymiş gibi görüyorsunuz.

Etrafınızda sizin için içten pazarlıklı, ağzında bakla ıslanmayan, fırsatçı, aç gözlü, adi, pişkin, gerzek vs. gibi sıfatlarla bezenmiş diyaloglar uçuşuyor.  İşin tuhafı kendinizi bu kadar iyi biri olarak görürken bunları düşünememeniz, kendinizi bilememeniz. Herkes de aynı şeye maruz. Pek acı, pek üzücü bir durum.

1 Nisan 2010 Perşembe

Rahatsızlığı İçeride Patlatmak

Bir gözlem üzerine 3 tanımım ve bunların üzerine söyleceklerim var:

1- Patlama eylemi -düz anlamı ile düşündüğümüzde- her açıdan olumsuz bir anlam taşır, bunda hemfikir olmayanımız yoktur sanırım.
2- Rahatsızlık, bir kişi ya da bir şeyle alakalı hoşa gitmeyen bir durumu ifade eder ve mantıken bu durumu ortadan kaldırmak için yapıcı, etkili bir dizi eylemi gerektirir.
3- İçe atmak, kişiliğin henüz oturmamasından ve insanın kendisini henüz ifade edememesinden kaynaklanan bir eylemdir. Kendini bir birey olarak saymayanlarda sıklıkla görülür.

Eşarbı da bildiğin düğümlemiş Şimdi gelelim bunların toplamına... Efendim bilindiği üzere Türkiye'de yaşayan insanlar olarak her şeye pek dert yanan, beğenmeyen tipleriz çoğumuz. Ben bunda bir sıkıntı görmüyorum aslında, herkes her şeyi beğenmek zorunda değil lakin bir rahatsızlık doğduğunda ne içün içimize atıyoruz bunları, bu beni düşündürüyor.

Bazılarımızın daha fena huyları var, o da rahatsızlığını -affedersiniz- dingilce dile getirmek gibi şeyler. Örneğin surat ekşitip dudak bükerek "cık cık cık" demek veya gözler rahatsız olunan tarafa dönükken yanındakine fısır fısır aktarıma geçmek gibi.

İş bitirir bu teyze! Basit bir örnek verecek olursak, toplu taşıtlarda müzik çalarının sesini son sese kökleyerek ve kulaklığın da en hoparlörümsünü seçerek millete korsan bir konser veren kişiden rahatsız olunur, oluruz da. Ama şimdi bu adama adam olmasını söylemedikten sonra ister "cık cık ck" de, ister hayalinde türlü sahneler tahayyül et istersen de kızar bozar, nafile canım.

Magdur Teyze Güzel teyzelerimiz, bıyıklı teyzelerimiz, öpücüğü buram buram tükürük kokan teyzelerimiz! Bu yaptıklarınız zaten beğenmediğiniz kocalarınızdan daha çok harap ve perişan ediyor sizleri. İçinize attığınız -yine affedersiniz- osuruktan dertler yüzünden "FLAŞ TV" gibi saçma kanallarda sizleri görmekten, saçma dertlerinize maruz kalmaktan ve sizinle alay etmekten önceleri zevk alırken bir müddet sonra da sıkılmaktan bıktık. Diğer yandan ben, şahsım olarak ayrıca muzdaribim, zira sizin gibi teyzelere takıntılı olduğum için bir örneğinizi görmeye durayım öpücük atıveriyorum uzaktan hemen yüzünüze bakarak. Benim de bir hayatım var teyzelerim, ne siz rahatsız olun ne de ben.

Arz ederim.

26 Mart 2010 Cuma

Ortam Kralı

Televizyonda sevgili Okan'ın (kendisi yakinim olur) tahtlı krallı programları dönüyor ama bir eksiklik var diyorum kendi kendime nicedir. "Ulan" diyorum, "medya ile, disko ile olacak iş değildi bu, bir krallık daha var bunlardan ileri, ne idi acep?" diye soruyorum kendi kendime. Evet kendi kendime özne ve yüklemi birbirine girmiş cümleler kullanıyorum, bir nevi beyin jimnatiği.

kral

Neyse efendim neden sonra ben hatırladım ki, "ortam kralı" olmak daha âlâ bir vazife, zaten bu yüzden değil midir ki özellikle eril insanlarımızın, hatunlu aktivitelerin kralı olmak için giriştiği hareketler hep dikkatimizi çekegelmiştir?

Ortam kralı olmak esasen öyle kolayca başarılabilecek, üstesinden gelinebilecek bir konu değil, çok büyük emekler yatıyor altında. Örneğin her şeyden önce sevimsiz, sıfatsız ve de -affedersiniz- yavşağın önde gideni olmanız gerekli. O etkinliğin en komiği, sesi en çok çıkanı ve en fazla dinleyeni olan siz olmalısınız dostlar. Tükürükler saçarak, sesinizi de olabildiğince yükseğe taşıyarak etraftan toparladığınız olayları "çok çılgındı ağğbiie" nidaları ile aktarırken ne kadar çılgın, deneyimli ve çok şey atlatmış bir insan olduğunuzu da aksettirebileceksiniz.

Fakat bu durum hemcinslerinizle aranızda sorunlar yaşamanıza neden olabilir, zira bir ortamın kralı olabilmek için elbette rakiplerinizi etkisiz, en azından o ortamda işlevsiz bırakmanız gerekecek. Bunu ister ses yükselterek, ister yavşayarak, isterseniz de türlü türlü espriler ve makaralar yaparak sağlayın, sonuçta kötü taraf siz olacaksınız. Kral olmanın da bir bedeli olacak elbet.

Arz ederim.

18 Mart 2010 Perşembe

Parmak Arası Çanta

Parmak arası çanta Sokağa çıkmaya korkar oldum dostlar, dışarı çıktım mı sinirlerim alt oluyor da üst olmuyor. Biliyorum iyice "karışan adam" oldum, "düzmantık evvel kuşak"lardan oldum ama kendimi aptal aptal şeyler gördükçe tutamıyorum, sinirleniyorum. En son birkaç haftadır gözüme çarpıp duran, yüzyılın en gerzek icatlarından biri olan parmak arası çantalar yüzünden beynime kan yürüdü.

Parmaklarını Kırarım Senin!Bizim malak erkeklerimiz parmaklarına taktığı bu işlevsiz çantayla tam olarak neye benziyorlar ben çıkaramadım açıkçası. Sportif görünüyorlar desen öyle değil, böyle resmi bir hava katıyor desen alakası yok. O dikdörtgen çantanın içine ne koyuyorlar ondan bile birhaberim.

Belki tek bir artısı var, arka cebe konan cüzdan ve bunun neden olduğu görüntü kirliliği azaldı. Ama buna rağmen sinir katsayımızı ziyadesi ile hoplatacak, bizi stresten strese sokacak yeni bir nesil doğuyor, bunu öngörebiliyorum. Bu çantaların yaydığı pis elektrik dalgasından uzak kalmanız dileğiyle.

8 Mart 2010 Pazartesi

Rahatsız Oluyorum – 3

igrenc_yuz_cilgin[7]

  1. Sonu “istan” ile biten işletmelerden,
  2. İlkokuldan beri öğretmenlerimden ve babamdan uğruna azar işitip durduğum çivi yazımdan,
  3. Çişi gelenlerin tuvalet yerine “lavabo”ya gitmelerinden,
  4. İki kelam ettikten sonra hitabın “siz”den “sen”e dönmesinden,
  5. Aklımdan bir türlü silinmeyen, bende hasar bırakan Levent Kırca – Sarhoş tiplemesinden,
  6. 7/24 karamsar, her daim neşeli şebeklerden ve aptal 9-19 mesailerinden,
  7. Düz mantık evvel kuşaklardan,
  8. Tırnağı kırılan, çorabı kaçan, makyajı akan kadınların ızdırabından,
  9. Tertemiz üst-başa dökülen çaydan, kahveden ve bilimum meşrubattan,
  10. Elimin köründen,
  11. Uzattıkça başlayan saçmalamalardan, dağılan konulardan…

… rahatsız oluyorum efendim.

3 Mart 2010 Çarşamba

Karamsar Edebiyatı

Edebiyat dünyasına bir armağan sunuyorum: Karamsar Edebiyatı! Artık insanların okuduktan sonra psikolojisini alt üst edecek, yazarın önüne geçilemez depresif kurgularından oluşan “eser”lerin bu alanda toplanmasını istiyorum. Bu hem okura kitap okuma öncesi bir bilinç kazandıracak, hem insanların aradığını yazar veya kitap adı bilmeksizin anında bulabilmesini sağlayacak, hem de bu tür yapıtların sayısını çoğaltarak insani duygularını psikopatça geliştirmek isteyen okurlara imkân sağlayacak.

Belki ileride ben de böyle şeyler yazmak isteyebilirim, kim bilir? Bir tane cümle şimdiden kurdum bile:

“Zararlı düşüncelerimi kürtajla aldırmak istiyorum, henüz bana ve başkalarına hasar vermeden…”

(üç nokta ölümcül derecede önemli!)

Görüldüğü üzere bu Karamsar Edebiyatı altında toplanan eserler aslında gayet masum düşünceleri psikopatça dile getirerek kendi okuyucu kitlesine tam anlamıyla hizmet verebilecek.

Ama ben eğer bu alana girecek olursam sanırım kendi yazılarımın bir alt başlıkta toplanmasını talep ederdim otoritelerden. “Öyle hissediyormuş gibi” Edebiyatı. İçimde fırtınalar kopuyormuşçasına, her türlü acıyı tatmışçasına yazacağım bu yazılar hakkında aslına en ufak fikrim olmayacak, lakin herkesi salya sümük ağlatabileceğim ve de insanlara “ayy aynı ben, canııımmm!” dedirtebileceğim. Öyle bir şey olsun istiyorum. Yes we can, bence dostlar.

26 Şubat 2010 Cuma

Sevimli Kılıçbalığı

zargan_logo Kılıçbalıkları upuzun ve sipsivri burunları, daha doğrusu kılıçları olan ilginç, ürkütücü balıklardır. Genelde hangi sularda görülür bilmiyorum, ifşa edeceğim şey ile alakası olmadığından araştırmadım da. Ama dayanamayıp bakarım sanırım bunu yazdıktan sonra. Neyse...

Bir kılıçbalığı var herkesin bildiği, işlevsel bir kılıçbalığı bu. Hayır, upuzun kılıcı değil işlevselliği olan! Benim dediğim logosu kılıçbalığı olan Zargan online sözlük. Herkes gibi çok pratik olduğu için ben de kullanıyorum lazım olduğunda ama bu sefer "bold" kelimesinin farklı kullanım alanlarını öğrenmek için açtığımda Zargan'ı, yüzüm kızardı! Bu ne kepazelik! Şaka şaka, eğlenceli bir anlamını öğrendim, aşağıya da bir güzel kopyaladım.

Arz ederim.

1 hecelik bile olsa ARGO beni mutlandırıyor!

21 Şubat 2010 Pazar

Sihirli Aynalarımız

Ne idim, ne oldum! Hepimizin küçükken sihirli aynaları varmıştır, eminim bundan. Bulabilenimiz portmanto ya da duvara asılı bir boy aynasıyla, bulamayanımız da banyo aynasıyla ihtiyacını gidermiştir ama her küçük “biz”in böyle bir aynası olmuştur mutlaka. Üstelik eminim bazılarımızın hala daha vardır!


Bu ayna ayna dediğim de küçükken (ve büyükken) karşısına geçip, zaman zaman şarkıcı olduğumuz, zaman zaman süper güçlü bir kahraman olduğumuz ya da siz kadınların pek güzel bir ünlü olduğunuz ayna işte. Bizim evdeki aynamız paylaşılamazdı mesela, yatak odası aynasıydı kendisi ve o ayna ile işimiz olduğunda odanın kapısı kitlenirdi. Kitlenmediği zamanda özellikle ben aynayı kullanan, transa geçmiş kardeşlerimi gün boyu alay konusu ederdim. Evet, ben de her haltı yiyip yemedim, yemiyorum diyenlerdenim.


Bu aynaların hayatımızdaki önemi ise bence şimdiye kadar ya akıllara gelmedi, ya da geldi de dile getirilmeye üşenildi. Bütün hayal dünyamızı rüyalarımızdan başka direkt olarak, sadece bize yansıtan başka bir mecra yoktur gibi geliyor bana. Ben mesela birazdan Star Wars izleyip, ayna karşısına geçeceğim ve Darth Vader olduğumu hayal edeceğim. Işın kılıcım olarak da el fenerim iş görür sanki.
 

Cemil yok lan bu fotoda? Ha, bir de sihirsiz bir ayna daha var, 90’ların çılgın müziği döneminde ortaya çıkıp milenyumda bilgisayarların yerine kendilerini feda edip tarihe gömüldüler. Onları da rahmetle anıyoruz.

18 Şubat 2010 Perşembe

Ay Ben Onu Hiç Bilmiyorum

gaz Şu yaşıma geldim, canım arkadaşlarım sayesinde kendimi süper, yanından geçilemeyecek kadar becerikli, eşşoğlubeşkulak biri zannettim durdum. Bu herkes için geçerli olmalı çünkü ben bile abartmasam da arkadaşlarıma karşı beğenimi "Oha süpermiş harbiden!" diye gösteriyorum.

Bilgisayarda başkalarından bir iki numara fazla biliyorsam ne var bunda? Elin çekik gözlü Çinlileri, ayıcık Rusları çökertmedik internet sitesi bırakmadılar. Çinliler en son Google'a dadandılar da Google FBI'dan yardım istedi. Sonra da benim birbirinden şeker arkadaşlarım gelmiş "Ben bilgisayarın düğmesine basıp açabiliyorum sadece" diyerek kendilerini bana çemkiriyorlar. Üstelik yalan! MSN, Facebook, bilmem ne derken hepsi benden hızlı klavye kullanır oldular!

Hadi bilgisayarı geçtim, bir kağıda iki çizik atmaya göreyim hemen özeleştiriler sağ ve sol kulağımda çınlamaya başlıyor. Neymiş, onlar olsa çöp adam bile çizemezlermiş, neymiş martıları "M" gibi çizerlermiş ilkokulda da, şimdi de. İlkokulda ben de martıları "M" harfini kullanarak çiziyordum ne var?

Elinde müzik aleti ile mi yakalandın, yandın canım. Çünkü arkadaşın ıslık bile çalamıyordur. Ben de elimle ıslık çalmayı lisede öğrendim ne var? Birbirimizi ne olur pohpohlamayalım bu kadar, her şeyin fazlası zarar. Sonra kendimi durduramıyorum, lütfen!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Yaratılış

Asabilik bizim ülkemizin vazgeçilmez bir ruh hali, bağımlılık haline gelmiş, herkesin şikayet ettiği ama asla bırakamadığı bir davranış olagelmiş her daim. Bunun yanında üzerimize yapışmış iki büyük özellik daha var, onlar da tembellik ve çay tiryakiliği. Bu üç büyükleri Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda çarpıştırın, ortaya çıkacak küçük Big Bang devlet memurlarının yaratılışlarındaki sırları gözler önüne serecektir. Bahsedeceğim şey hakkında BURADA çok kısa değinmiştim ama konuyu biraz daha açma ihtiyacı duydum.

Geçmişte komedi programlarında hep devlet dairelerindeki işlerin güçleştirilmesinden, bugün git yarın gellerden, rüşvetten bahsedildi ve yaklaşık bir on senedir benim dikkat ettiğim kadarı ile herhangi bir espri konusu yapılmıyor memurlar hakkında. Bunların hepsi bitti diye mi kesildi acaba orası tartışılır pek tabii ama bu on sene içerisinde tüm dünyada çılgınca bir teknoloji gelişimi baş gösterdi, ülkemiz ve kendisinin devlet daireleri de bu gelişimden ötürü değişim gösterdiler. Teknoloji sayesinde bugün git yarın gellerin sayısı azaldı, her şey artık İnternet vasıtasıyla şipşak halledilir oldu ama bu, allerjik bir reaksiyona da sebebiyet verdi.

Herhangi bir devlet dairesine gidin (valilik olur, belediye olur, efendime söyliyeyim okulların kalemleri olur, PTT olur...) işinizin olduğu kaleme gidip kapıdan içeri girdiğinizde, bilgisayar başında bir eli çenesinde bir eli de klavye ile çay arasında gidip gelen canlılar görmeniz işten değildir. Ekranlarına bir göz gezdirdiğinizde ise MSN yasak olduğu için Facebook ya da asosyallerin tarayıcılarında ise çevrimiçi tavla, okey gibi oyun sitelerinin açık olduğunu saptayacaksınız. Henüz sizin farkınıza varmamışlarsa bir uyurgezeri uyumuş gezerken uyandırmak ne kadar tehlikeli ise burada da aynı rivayet geçerlidir. Çok hafif bir şekilde boğazınızı temizleyin, balgam varmış gibi değil de sanki sabah yediğiniz simitten ufacık bir susam falan kalmış gibi. Konuşmaya başlarken sanki üzerinize bir karabasan çökmüşcesine sesiniz kısılsın, karşınızda böyle eşşek gibi ünlü birisi olduğunu düşünün, mesela ben böyle bir durumda Kıvırcık Ali'yi düşünüyorum (Benim için büyük önemi var). Bakışlar sizlere döndüğünde eğer kaşlar çatıksa, memurlar yeni bir çarpışmaya hazırlanıyor demektir, hemen kaçın! Boş bir surat ile size bakarlarsa geçersiz bir işlem yürütmüşlerdir, bir kaç kere daha öksürün siz. Normal, insani bir bakış yakalarsanız işinizi yaptırın, akabinde defolup çıkın gidin oradan.

Üzülün istemiyorum.

9 Şubat 2010 Salı

Ölüm Algısı

De git! Yürü! Ölüm neden her daim acı verici bir şeymiş gibi algılanır, geçen günlerin birinde bu geldi aklıma. Toplasan kaç kişi yanıbaşında biri ölürken izlemiştir, şahit olmuştur bu olaya ki? Hadi şahit de olundu, ölen adam “Çok aciyyy!” diye feryat figan gitmesi lazım ebediyete. Oran azalıyor... Bu arada ben acıdan bahsederken hemen ölmeden önceki anı, yani “en son”u kastediyorum. Yoksa atla camdan aşağıya, acır herhalde.

Melek Dediğin Böyle Olur, Elinden Zehir Olsa Yine İçilir.Aklıma takılan ölüm meleği Azrail’in yerli veya yabancı her yayında kukuletalı bir iskelet olarak resmedilmesi, elinde de orakla önüne geleni biçmesi. “Acıdan ölmek” deyimi vardır, tamam ama “zevkten ölmek” deyimi yok mudur a dostlar? Ya bu çok korktuğumuz ölüm denen şey hayatta ilk ve son kez tadacağımız en büyük zevkse ve ölüm bizi acıyla değil de zevkle karşılıyorsa?

Haydi siz düşünedurun, ben sigara içip geliyorum.

İçiyormuş gibi yapacağım, tamam!

2 Şubat 2010 Salı

Dünya İle Birlikte Ülkemizde Müzik

Bir düşünün istiyorum, dünya yeni bir şeyler bulduğunda radyo, televizyon sayesinde doksanların başından itibaren ayağımıza gelir oldu ve özentilikte bir çığır açtık. Giysilerde, yemeklerde, filmlerde, anlayışlarda ve elbette müzikte bir devrim yaşandı tüm dünyada. Peki biz bu başkalarının bulduğu şeylere ne kadar ayak uydurabildik, ne kadar başarıyla ülkemize taşıyabildik? Millet olarak taklitçilikte ne kadar başarısız olduğumuzu daha önce Taklit Edememe Sorunumuz başlığı altında biraz anlatmıştım. Gerçekten bu konuda birilerine can çekiştiriyoruz, kalıcı olamayacağını bile bile denemekten de vazgeçmiyoruz.

Örneğin 80'li yılların sonları, 90'lı yılların başlarına bir göz attığımızda dünyada bir rock, metal çılgınlığı var, özellikle Amerika'da. Burada yok muydu, vardı ama bu işi icra eden insanlar pek azdı aslında. Sebebi de daha 2000'li yıllara kadar siyah t-shirt giyen, uzun saçlı olan insanların hala "Satanist" olarak algılanması olabilir, işi icra edecek mecra yoktu kısacası.

Elalem "The One", "Alexander the Great" dinlerken bizim insanımız rock, metal dediğinde sanırım küfür falan anlıyordu. Ama eminim ki o zamanlar rağbet gösteren kelime esprilerine istinaden bu müzik türlerini dinleyenlere tarih öncesi devirlerden yani Taş Devri'nden, Bakır Çağı'ndan atıflarda bulunan enteller kesin çıkmıştır, iddia ediyorum!

Aynı dönemlerde, biri yurtdışında biri yurtiçinde iki farklı örnek göstermek istiyorum. Bu çağdaşlık adına bize biraz fikir verecektir sanırım:

Extreme - Get the Funk Out
     
Gençkan - Kendimi Kontrol Edemiyorum

 

Tabii yukarıdaki videolardan biri canlı çekim, biraz haksızlık oldu bu yönden ama olsun. Gördüğünüz gibi sayın Gençkan biraz uçuşlarda, diğer yandan Extreme de öyle, ama yanında götürüyor adamı uçtuğu yere. Fakat bu her şeyin sonu değil, bir Gençkan ile mahvolamayız, mahvolmamalıydık; bizim de kendi milletimizin yiğit delikanlıları yok mu? Bunlardan olmasını geçtim, alası var: Bir düğün salonunda trash metal çalan bir gruba ne denir a dostlar, ha denir?! Tek eksikleri, bas gitarları yok amma velakin şahaneler:

Düğünde Metal Çalınır Mı lo?

 

90'lar en çok boysband, girlsband diye tabir edilen fıkır fıkır oğlanların, bıcır bıcır hatunların oluşturduğu gruplarla hatırlanır. Birlikte yapılan figürler, tiril tiril atletsiz ve dahi önü açık giyilen gömlekler, kızlarda mini mini etekler, o da olmadı bikinili çekilen klipler... Eminim herkesin aklına yer etmiştir Back Street Boys ve Spice Girls grupları. Peki Türkiye'ye yansımalarını hatırlamayan var mı? Birkaç İyi Adam ve Çıtır Kızlar'ı hatırlamayanınız yoktur sanırım. Bunlar zaten özünde dansçı olan (Yonca Evcimik'in mini minileri) insanlar ve sanırım görüp de görebileceğimiz en sağlam pop taklitleri. Tabii onlar da çok uzun dayanamadı aramızda, çıkardıkları albüm bile ortak olduğundan ne kadar da üretimden yoksun oldukları belli idi (Kasetin A yüzünde bir grup, B yüzünde bir grup vardı.) E şimdi böyle olunca pek bir şey beklemiyoruz tabii, yurtdışında çıkıp da çok acayip ilgi görmüş akımların aynısı bizim ülkemizde de olsun diye.

Sanırım yazıyı video karşılaştırması ile bitirmek en mantıklısı olacak, zira çok uzadı yine. Birinde BSB, diğerinde onu 10 sene geriden takip eden B.O.M.B bulunmakta. İyi seyirler.

 

BSB - As Long As You Love Me
      
B.O.M.B Sen Hiç Sevdin Mi?

1 Şubat 2010 Pazartesi

Hatun Kesmek

Kesmek: 1. Bıçak, makas vb. bir araçla bir şeyi ikiye ayırmak, parçalamak, doğramak. 2. Dibinden ayırmak 3. Düzgün parçalara ayırmak. 4. Kesici bir araçla yaralamak. 5. Ucunu almak. 6. Hayvanın başını gövdesinden ayırmak, boğazlamak. 7. Son vermek, gidermek. 8. Ara vermek. 9. Bir şeyden yoksun bırakmak, vermemek. 10. Akımı durdurmak. 11. Belirtmek, kararlaştırmak.12. Verilecek şeyin bir bölümünü alıkoyup vermemek. 13. Para basmak. 14. Azaltmak, güçleştirmek. 15. İskambil kâğıtlarında destenin üzerinden bir bölümünü kaldırıp öte yana koymak. 16. Geçişi önlemek. 17. Susmak. 18. Hasta organı ameliyatla almak. 19. Bölmek, ayırmak. 20. Yazıyı, filmi kısaltmak. 21. Uydurmak, yalan söylemek. 22. Rüzgâr, soğuk vb. çok etkili olmak. 23. Birini yermek, kötülemek. 24. Karşı cinsten birisini sürekli olarak süzmek, dikkatli bir biçimde bakmak. 25. Vahşice öldürmek. 26. Oyuncuyu takım kadrosuna almamak.

Suphe Böyle zengin bir dilimiz var işte, alt tarafı bir "kesmek" fiilinin sözlüğümüze geçmiş birbirine yakın ya da uzak tam 26 adet farklı anlamı var. Ben altı çizili olandan, 24. sıradakinden bahsetmek istiyorum. Genellikle erkeklerin üzerine yapışmış olan bu fiili hanım kızlarımız da pekala uyguluyorlar, görüyor, farkediyoruz. Ama ne yalan söyliyeyim biz erkeklerde çok iğrenç haller aldığı oluyor bu eylemin, pek çok şeyde olduğu gibi bunu da iğrenç bir kıvama sokabiliyoruz.

Her zaman söylerim, her şeyin bir adabı var diye. Bu işin yok mu? Elbet bu işin de var, hatta en çok bu işin adabı var. Bir hatun kişi kesilirken seksi olunduğu düşünülerek surata abuk şekiller vermek erkeği maymunlaştırıyor. Yüz ifadesinden emin olmayan erkek arkadaşlara yanlarında ayna taşımalarını tavsiye ediyorum. Görecekler ki hayallerindekinden çok daha malak bir surata sahip oluyorlar böyle durumlarda.

Bir de kestiğinizi hatunun gözüne sokun farkedilmek adına, lakin ağzına girmeyin güzel insanlar. Hele kafanız oynarbaşlı olmasın sakın, gayet sakin olun. Yukarıdan gelen birini gördüğünüzde boynunuz onun yerçekimine biraz karşı koysun, lap diye yörüngüye oturup, eblehmişçesine kafanızı döndürüp durmayın.

Örneğin benim iş nedeniyle her günüm Tunalı Hilmi Caddesi olarak adlandırılan, tiki kızlarımızın yoğunlukla ziyaret ettiği ve "kesilebilite" bakımından çok gelişmiş bir yerde geçiyor. Benim işyerimle aynı binada farklı bir meslek icra eden 40'lı yaşlarında bir adam var, uzun saçlı, yaşına göre gayet sağlam biri. Kar, kış, kıyamet demeden bu adam cadde üzerindeki kaldırımlarda bulunan banklara oturup hatun kesiyor, ama bir sonuca ulaşabiliyor mu sevgili dostlar? Hayır, çünkü kafası durmuyor bu adamın, yukarıdan gelen mini etekliyi keserken kafası onunla birlikte aşağıya kayıyor, aşağıda dar pantolonlu bir kadın görünce onula birlikte de yukarı çıkıyor kafası. Geçen eli ile konuşurken gördüm, merdivenlerden iniyordu. Sanırım tartışıyorlardı.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Çok Yalnızız

Milletin kusurlarını bulup bulup duruyor kıl herif diye nitelendirilmek istemem (sanırım) ama bu sefer de ülkecek çok yalnız olduğumuzu düşünüp duruyorum. Ne kadar sosyal ağımız, çevremiz, efendime söyliyeyim ahbaplarımız bol da olsa, ne kadar konuşacak birileri de olsa etrafımızda kendimizi yalnız hissetmekten alıkoyamadığımızı düşünüyorum.

Nereden vardım bu kanıya? Hemen cevap vereyim, otobüs yolculuklarımdan. Daha otobüse binip, yerimi bulmuşum, montumu çıkarmadan eğer yanımda oturma şerefine nail olmuş bey (bu da ayrı konu, neden bey olmak zorundalar hep?) gelmişse suratında bir gülümseme ile beni karşılar, iyi yolculuklarımı diler ve oturmam için ne kadar da sabırsızlandığı belli etmemek için kafasını cama çevirir, dışarıdan yakınlarına el sallayan insanlara bakar. Popom koltuğa değer değmez, hareket algılayıcı tadındaki abiler ve amcalar hemen "vöhey! nireye yiğenim!" diyerek uzun yol muhabbetini kırmızı kurdale ile açarlar.

ottubus Yol boyunca tipinize göre kim olduğunuz, nereden olduğunuz, kimlerden olduğunuz gibi tahminler yürütüledururken, hiç ilgilenmediğiniz hikayeler dinler durursunuz. Neden çünkü ikinizde birer yabancısınız ve büyük ihtimalle bir daha da görüşmeyeceksiniz, e o zaman illaki anlatmak istenilen ama bir başkasına anlatılmak istenilmeyen şeyleri dinlemek için biçilmiş kaftansınız efendim. Bu tek kullanımlılık bilmiyorum size benimle aynı şeyi hissettirir mi ama ben bildiğiniz tek gecede kirletilmiş, kullanılıp atılmış biri gibi hissediyorum böyle durumlarda.

Ama tüm bunları aşmak, kendini yalnız hissedip, bunu kendine saklamak isteyenlerdenseniz yapacağınız şey çok kolay; bir tane müzik çalar edinmek. Ya da yanlızca kulaklık edinmek de işinizi görebilir ama dışarı çok az da olsa biraz ses vermek, ertrafınızdakileri duymanıza imkan olmadığını açık bir dille ifade edecektir. Ve bir başka önemli nokta da muavin yiyecek içecek uzatırken mutlaka sadece kendinizinkini alın, yanınızda oturana yardım etmeyin. Kimseye yüz vermenin lüzumu yok, kulaklığınızı kendi elleri ile çıkartırlar sonra.

Aman diyeyim!

25 Ocak 2010 Pazartesi

Taklit Edememe Sorunumuz

Türk milleti olarak taklit söz konusu oldu mu bir Çinlinin eline asla su dökemeyiz, emin olun. Adamlar işin hakkını veriyorlar, ha uzun ömürlü olmuyor belki taklitleri ama taklitler bire bir aynı mı ben ona bakarım.

Nitekim taklitteki başarısızlığımız müzikte de kendini alabildiğine farkettiriyor bizlere. Aslında Çok Acayip Bir Şey Bulduğumu değil, "Buldurulduğumu" söyleyebilirim bugün için. Utku'cuğuma bu dandirik gubun klibini bana gönderdiği için çok teşekkür ederim, çünkü adamlar dibine kadar çakma ve bu durum ağzımı sulandırdı!

Önce klibi izlemekte yarar var bittabii:

BOMB'tan bir grubun videosu.

Klibin akabinde isimlerinden başlamak istiyorum, zira klipleri kadar grubun adı da amele: BOMB, meali B. ( Berktan), O. ( Onur), M. ( Murat), B.( Bahadir). (Berktan diye isim mi olur?) 

Sanırım grup adı için şöyle bir konuşma geçti aralarında:

- Oğlum bence grubun adını, isimlerimizin baş harflerinden koyalım, BOMB oluyo ben evde düşündüydüm. Hem İngilizce'de bomba demek, ortamlara bomba gibi düşücez lan! Ne ekmek yeriz piyasada lan!

Bu gençlerin bu albümü (sanırım son albümleridir de aynı zamanda) 2006 gibi çıkmış araştırdığım kadarıyla. Albümlerini yapan şirket bizleri çöp bacaklı, balerinden bozma HEPSİ'ne kavuşturan Stardium şirketi imiş. Ama bu elemanların hamuru eksik geldiğinden tutmamış kıvamları ki HEPSİ gibi ayakta kalamamışlar. (Bunun bana göre iki sebebi var; biri ülkede homofobik bir kitlenin hakimiyetinin bulunması, diğeri de HEPSİ elemanları gibi onunla bununla aşk meşk dedikodularını yaptıramamaları. Unuttular herhalde.)

Klibi izlediğimizde uçan ama eğer grup hakkında azıcık bir bilgimiz varsa, tanımlanabilen cisimler görüyoruz. Bunlar eski HTML tasarımlarındaki kar taneleri gibi havada dolanıp duruyorlar klip boyunca. Bunun ötesinde ben şarkı ile uçmak arasında bir bağıntı da kuramadım. Şarkı hüzünlü, "Sev beni, eğaallaaahıım yardım et bana" tarzında sözler barındırken bunların havada ne işi var?

Bir başka göze çarpan durum ise oğlanların silme GAY görünümlü olmaları. Az önce bahsettiğim gibi ülkece homofobik bir kütle ağırlığına sahipken ve genç kızlarımız yakışıklı ama gay şarkıcılar gördüklerinde kalpleri "çıt" diye kırılırken neden hala bu konsept devamedegeliyor (2006'dan sonra da devam etti bu gelenek)? Pop kültürü, popüler kültür gay olmayı ya da gay gibi görünmeyi mi şart koşuyor? Bence hayır.

Tiplerine baktığımızda ise bu grubun 90'ları açık bir bilinç ile yaşayan nesle direktman Back Street Boys (bekstiriytboyz) ya da 'N Sync (enseynk) aklımıza geliyor çünkü bu elamanlar özellikle Back Street Boys'un bir yerlerinden, herhangi bir efektle düşüvermişler. Birinin sakallı, birinin şapkalı, birinin sarışın, bir tane piercingli rock'a yatkın elemanın, bir tane de uzun saçlı elemanın olması nasıl bir tesadüftür araştırmak gerekir. Peki neden bu adamların her biri farklı bir tarzı sergilemek zorundadır? En azından ikisi birbirine benzese dinlenmiyor mu? Teletubbies söz konusu olduğunda, onlar da birbirinden tip olarak farklı, değil mi?

Arz ederim.

19 Ocak 2010 Salı

Paramı Ver Ulan

Çenemi bedbahtlığa sürükleyen yegane sakızsın Falım! Çok sinirli bir yapıya sahip olduğum söylenemez çünkü gayet uysal, deyim yerindeyse kedi gibi bir adamım artık. Anti-depresanları yutup yutup suratınıza melül melül, neşeli neşeli bakıyormuş gibi de değilim, ama sakinim. Böyle sakin bir ruh haline sahipsem, insanlara iyi davranıyorsam, bunun da bir karşılığı olmalı ki bu güzel, pozitif kısır döngü devam etsin gitsin, değil mi?

Yine aynı mantık çerçevesinde bir bakkala, bir büfeye gidip bir şeyler satın almışsam, bu aldıklarım karşılığında da çıkarıp para veriyorsam haliyle geriye de para almak isterim. Alış-veriş işlemi benim paramın üstünü almamla sona eriyorsa, alana kadar sanki o bakkal, o büfe benimmişçesine bakarım güler yüzle küçük esnafıma. Ama gel gör ki ne zaman adam elini sakızlara yöneltecek olur, o zaman şalterlerim atar, terleme başlar bende ve midem yanmaya başlar. Adam o şekersiz, o küçük ama çiğnedikçe insanın çenesine üç tona kadar basınç uygulama potansiyeline sahip sakızlardan bir-ikisini tutup bana doğru yaklaştırdığında kaşlarım iyice çatılır, para bekleyen avucumun içine bırakıverdiğinde ise dudaklarım büzülmeye başlar.

Dudaklarım en büzük hallerini alıyorken, bakkalın suratı benim dudaklarımın aşağıya kaykılmasıyla gerilir, onunkiler benimkilerin aksi yönünde havaya doğru kalkar da kalkar. "Paramı istiyorum ben, Allah belanı versin senin! Küçücük de olsa paramı istiyorum, sadece iki sakız girse de o lanet olası bozuklukları istiyorum tamam mı!" demek isterim ama uysalımdır, diyemem.

14 Ocak 2010 Perşembe

RTÜK'ü Göreve Çağırıyorum

Epey bir olmuştu, televizyon ekranlarında saçmalıktan da öte bir reklam dolanıyor, ne kadar sakin olsam da onu gördüğümde her defasında sinirlerimi had safhaya taşıyordu. Daha sonra bu markanın ilki ile aynı konseptte çekilmiş ikinci bir reklamı gösterilmeye başlandı fakat sonra ortalık bir duruldu.

Yeni Perwoll'den bahsediyorum, şu içerisinde ensest ilişki zinciri barındıran markanın reklamı. Hani kabaca aktaracak olursam:

[...]

- "Oh daş gibi çocuk ha! Simsiyah, yepisyeni göyneği de ayrı bir hava gatiyür!"

- "Ayol o yeni değildir bacım, bildiğin eski gömlek."

- "Sen nereden biliyorsun ki bunu komşu?"

(Bilinmeyen bir yerden, defilenin ortasında Yeni Perwoll'ü çıkarır.)

- "Aha bununla yıkadım ben onun gömleği, ben o yiğidin yavuklusuyum."

- "Ben de ablasıyım ayol. Nasıl çakışı iyi mi?"

- "Elhamdülillah."

[...]

Siyah Sihir Derken? Afro? Hadi canım öyle değildir! İleri gittim, affedersiniz, ama şimdi sen ablası olduğun adama ne diye sulanıyorsun reklamın en başında bre kitapsız! Tabii asıl takıldığım konu bu değil, kim kime ne yapmış zerre umrumda değil, benim merak ettiğim o Yeni Perwoll o kadında, o mekandayken ne işi vardı ve neresinden çıkıyor? Çanta gibi gözüküyor ama inanmıyorum. Çantadan deterjan çıkarmak süper güç gerektirir, bu süper güç de sadece %100 yerli malı olan Ayşe Teyze'nin damarlarındaki asil ve de pür-ü pak kanda mevcuttur, o kadar!

10 Ocak 2010 Pazar

Her Şeyin Bir Adabı Var

Ne yapıyorsunuz lan arka sıralarda? Evet, her şeyin gerçekten bir adabı, bir sınırı, efendime söyliyeyim bir mantığı vardır, yoksa da olmalı. Uzun zamandır farkettiğim bir şeyi farkettiğimi farkettim az önce; dizilerde, daha doğrusu lise hayatı ve liseliler üzerine hikayeler anlatan dizilerde nedense bildiğimiz “adam” ve “kadın”lar oynatılıyor. Adamların sakalları traş olmalarına rağmen yerli yerinde, saçlar dökülmüş; hanım kızlarımız ise okulda suratlarına papağan çarpmış gibi rengarenk, ağır makyajlarla takılıyor ve de sanki devlet okulu değil de Gossip Girl dizisinde nakşedildiği gibi özel koleje gidercesine saçlar ya rengarenk ya da teneffüs arası kuaföre gidilmiş gibi günün modasını yansıtıyor.

Haydi diyelim ki liseye giden gençler arasında iyi rol yapanlar çok zor çıkıyor, bu kadar popüler bir dizi formatı için yeterli yetenekler kolay kolay bulunamıyor, arkadaşım o zaman eli yüzü düzgün, genç görünümlü insanlar arasanıza oyuncular arasından. Sizin yüzünüzden liseli ergenlerimiz “benim neden böyle sakalım çıkmıyor”, “bizim okulda pembe saça izin verilmiyor” diye depresif havaların birinden öbürüne koşmasınlar.

Arz ederim.

5 Ocak 2010 Salı

Yeni Yılın ve Yeni Yaşın İlk Yazısı

Yeni yıla veya yeni yaşa girerken laylaylom eğlenmesi pek güzel, pek hoş efendim lakin aklaşan saçlar, gerilen sinirler, yağ bağlayan göbekler (hamdolsun bende daha yok) insana yeni bir seneye girmiş olmaktan ziyade bir seneyi daha atlatmış tadı veriyor. Bir de bunun üzerine Ankara’nın kupkuru, ilik donduran soğuğu eklendiğinde insan kendini ne kadar “mutlandırıyor” anlatamam.

Her sene bitiminde olduğu gibi yine zamanımın bir bölümünü eskilere, küçüklüğüme doğru döndürerek harcadım zihnimin merceklerini (Devrik cümleler bir olgunluk havası katıyor sanki, değil mi?).  Her ne ise, dediğim gibi eskilere doğru çıkınca yola aklıma ilk olarak küçükken yaptığım şerefsizlikler geliyor. Hayvanlıktan, arsızlıktan, haytalıktan ne kadar da zevk aldığımı hatırladım.

Örneğin anaokulu-lise dönemi arasında kafamı 12-13 kere yardığımı hatırlıyorum. Her aklıma getirdiğimde sağlamasını yapıyorum teker teker çünkü hiç de inandırıcı gelmiyor. Açılışı çok iyi hatırlıyorum ama; anaokulunda nedendir bilinmez tazı gibi koşarken karşımdan bana doğru koşan 5. sınıf öğrencisi olan hayvan bir kız bana bodoslama, göz göre göre çarpmıştı ve merdivenlerden yuvarlanmıştım. İlk kelebeğim böyle kondu başıma ve hiç unutmam kafamı uyuşturmadıkları halde dikişten acı duymadığımdan, anneme “Ehehh bir daha yarsam da bir şey olmaz ki, hiç acımıyor.” diyerek kendi kaderimi yazmış bir insanım aynı zamanda. Şu an saçımı 3’e vurduramıyorum, her yer delik deşik, çin seddi gibi.

Mesela ilk kendi bisikletim olduğunda babam sahil yoluna öğretmeye götürmüştü. İlk denemede sürmeyi başardım ama durmayı başaramadığımdan bir amcanın ayağını ezmiş ve en sonunda sokak lambasına şarparak durabilmiştim.

Dövüş Budur! Ablamla ta üniversiteye başlayana kadar evde gayet Amerikan Dövüşü yapan iki kardeştik. Saç çekme desen saç çekme, koltuktan (ringten) yerdeki adamın üzerine düşüşe geçmek desen öyle… Sonra birden ablam melaike oldu, ya da içine cin kaçtı. Ben ikisinin ayrımını yapamıyorum.

O kadar da kötü değildim içsel olarak, daha ilkokul zamanı empati kurabiliyordum. Zillere basıp kaçarken hep vicdanım sızlamıştır misal, ama tabii bu zillere basmama ve özellikle de kaçmama engel teşkil etmiyordu.

bebek4 Ama şerefsizlikte bir numaralı eylemim sanırım oyuncak faremle, farenin “F”sinden ödü kopan alt komşumuzu kucağında bebek sallarken korkutmak olmuştur. Çocuğu “sallayıp” koltuğa fırlaması bir olmuştu ben fareyi kurup ortalığa salınca. Çocuğa ne oldu hatırlamıyorum, işin orası hiç eğlenceli olmadığından aklımda yer etmemiş.

Böyle neşeli bir çocukluğu olan birisi için yaş atlamak hiç kolay olmuyor azizim, hiç…