25 Mayıs 2015 Pazartesi

Bir Film Nasıl Tercüme Edilmez?

Okur gözüyle bilimkurgu nasıl yazılmaz diye başladım ve şimdi de bir çevirmen gözüyle bir film nasıl tercüme edilmez, onu anlatmaya çalışacağım. En sık görülen hatalar elbette altyazılarda ortaya çıkıyor ama seslendirilen filmlerde de ziyadesiyle sıkıntı olduğunu belirtmek gerek. Seslendirmesi yapılan filmlerin avantajı, önceden orijinal dili ile izlenmemişlerse hatalarının pek fark edilmemesi.

Beyin donduran hatalardan birkaçı:

Çok Anlamlı Fiillerin Yanlış Anlamlarının Kullanılması
Miss kelimesine değinelim evvela… Bu bize ilk öğretilen çok anlamlı kelimelerden biridir. Google Translate bile ne zaman hangi anlamda kullanıldığının ayırdına çoğunlukla varabilirken, altyazı çevirmenliğini iş edinmiş arkadaşlar nedense şaşırabiliyorlar.

Örnek: Adam ateş eder ve repliği “I just missed your heart” olur. Altyazımızın çevirisi ise “Sadece kalbini özlemiştim” olarak yapılmış. Kendimi tutmasam yazı formatından çıkacak, gülücüklerle dolduracağım buraları. Buradaki kurşun kalbi özlemekten ziyade ıskalıyor normalde ama tabii belki çevirmen arkadaşın duygusal yoğunlukta olduğu bir ana denk gelmiş olabilir cümle, tercüman dediğiniz insanların da bazen algıları bu denli kapanabiliyor. Şaka ya hu şaka, “Good morning class! Good morning teacher! How are you today? Fine thanks, and you? Fine, sit down!” (İngilizce 101)  terk bence bu adam.

Örnek: Bayılmış kadın ayılır ve repliği “What happened to me?” olur, ardından cevabı veren diğer karakter “You blacked out” der. Anlaşılacağı üzere ayılan kadın “Ne oldu bana?” dedikten sonra cevabı “Bayıldın” olmalıyken Black out fiilinin ilk anlamı elektrik kesilmesi olunca, altyazımız da “Elektrik kesintisi oldu” halini alıyor.

Fizik veyahut Elektrik-Elektronik okuduğunu düşündüğüm bu gönüllü çevirmen arkadaş illaki elektriksel bir şey kullanmak istiyorduysa, bence senaryoyu toptan değiştirip diyaloğu şu şekilde düzenlemeliydi:
 “Ne oldu bana?”
“Şartellerimi attırdın, bir koydum bayıldın kadın!”
Gördüğünüz gibi anlam bütünlüğünü her şeye rağmen korumuş olduk.


Filmi Bip ile Bezeme
Ülkemizde TV’de yayınlanan filmler için çok büyük bir sorun var, kimse hangi özel ismi kullanmanın reklama girip girmeyeceğini kestiremiyor. RTÜK bile kestiremiyor… Geçenlerde bir filmi izlerken “Ölmedi, o hala yaşıyor. Orange County’de 7/11 işletiyor ve tam 200 kilo oldu” repliğinde Amerika’da bir mağaza zinciri olan 7/11, o meşhur kutsal bip ile sansürlendi. Türkiye’de hiçbir mağazası olmayan bir şirketin adı söylenirse reklama girer düşüncesi ziyadesi ile saçma bana kalırsa, olmayan rekabeti haksızlıktan korudukları için.

Bu madde çeviri ile direkt alakalı olmadı ama tercüme edilen içeriğin kullanılmasına dair bahsedilmesi de gerekliydi. “Televizyonda İlk Kez” ibaresi artık izleyicileri heyecanlandırmıyor fakat belli ki TV yetkililerini epeyce heyecanlandırıyor, o vakit onlar da sansürü uygulamadan evvel RTÜK’e veya kimden korkuyorlarsa ona danışsınlar.


Seslendirme Sanatçısına Şarkı Söyletme
Bu duruma iki yerden bakıyorum ve bir taraf tamamen saçma iken, diğer taraf ilkinden biraz daha az saçma. Az saçma olan tarafa bir göz atalım önce… Seslendirme sanatçısı dediğin adam genellikle tiyatro okumuştur, artikülasyonu iyidir ve şan eğitimi de almıştır doğal olarak. Yani bu adam dili güzel konuşur ve şarkı söylediğinde de becerir bu işi. Her altyazı çevirmeni gibi her seslendirme sanatçısı da iyi olacak diye bir şey yok, seslendirmesi iyi ama şarkı söylemesi kötü adamlar çok. Lafın kısası, abi her adama şarkı söyletilmez. Bu az saçma olanıydı.

Bir de işin özündeki saçmalık var: şarkı ve şiir gibi anadilde bile aktarılmak istenen hissiyatı zar zor anlaşılan şeyleri ne diye tercüme ettirmeye yeltenir ki zaten TV’ciler? Haydi tamam, çok iyi tercüme edildi, anlamdan hiçbir şey kaybolmadı diyelim, uzak gözlüğü olmadan altyazıyı takip edemeyen izleyiciler seslendirme sanatçısının değil de oyuncunun performansını izlemek ve duymak istemezler mi? Adam söylediği şarkıyla Oscar, Altın Ayı vs. alıyor ama  “TV’de İlk Kez” diye film yayınlandığı zaman şarkıyı seslendiren ise Osman amca oluyor. Oscarlar Osman olmasın lütfen…

Ölçü Birimlerinin Çevirisindeki Sıkıntı
Feet, mil, pound, inç… Neden adam gibi çevrilemiyor bunlar? Ya da neden olduğu gibi bıraktırılıyor bu ölçü birimleri? Artık ilköğretimde 1 inç kaç cm eder diye öğretiliyorsa anlarım fakat biz, “Adam öyle bir kilo aldı ki görmen lazım, tam 450 pound oldu.” gibi bir cümledeki ağırlık biriminin kaç kilogram ettiğini kafamızdan hesaplayana kadar o film bitmez mi? Bitti bile!

Bir de kurnaz çevirmen arkadaşlar var, 450 poundu 450 kg olarak aktarıp bırakabiliyorlar. Gerçek ederi ile arasında 250 kg olan bu çeviri kimi tatmin eder şimdi, söyleyin bana. Filmin başına altyazıyla “Dinleyerek Çeviren T@ner54. İyi SeYirLeR!!!” yazınca hata düzelmiyor. Olmamış arkadaşım, iyi dinleyememişsin. “Ya ben anlayabiliyorum ama konuşamıyorum” klişesinin yeni bir versiyonu var artık, anlayıp çevirememe.

Maalesef bazı birimlerin bazı filmlerde çok fazla önemi vardır, örneğin Back to the Future  (Geleceğe Dönüş) serisinde zaman makinesi 88 mil/saat hıza ulaşmak zorundadır. Ülkemizde kara mili birim olarak kullanılmadığından, kaç kilometreye eşdeğer olduğu neredeyse hiç bilinmediğinden bunu kilometre olarak belirtmek zorundayız. Filmine göre birimler bu şekilde kilit rol oynayabiliyorlar, çevirmenlerin kısa bir Google araştırması yaparak birimleri bizim kullandıklarımıza çevirerek aksettirmeleri şart.

Filmlerdeki Argolar
Klişelerin en büyüğünü en sona denk getirmişim… Şu an yazdıklarım tamamen altyazılar için geçerli, argolar elbette TV’de hiçbir şekilde kullanılamadığından seslendirmeleri eleştirmek yersiz ve gereksiz olur.

Altyazılar için konuşurken elbette ki burada hangi argo/küfür nasıl tercüme edilmelidir diye detaya girmeyeceğim ama şimdi, affedersiniz, filmde adama ana avrat küfrediyorlar ve çevirisi “Lanet olası” olarak kopyala yapıştır yapılıp bırakılıyor. Bu durum belki de senelerce seslendirmeler ile beynimize kazınan klişenin yan etkisidir.

Altyazıları tercüme ederken (buna DVD/BlueRay içeriğine eklenen altyazılar da dâhil) seslendirmedeki gibi sınırlandırıldığımız bir alan olmamalı diye düşünüyorum, bu yüzden de daha rahat hareket edebilmek gerek. Son zamanlarda altyazı çevirmenleri arasında argo deyimleri ve küfürleri Türk geleneklerine göre cuk oturtan çevirmen arkadaşlara da denk geliyorum. Böyle altyazıları olan filmleri izlerken her zaman bu arkadaşları (içimden) tebrik ediyorum.
 
  

Türkçe gibi “yaşayan” bir dile çeviri yapmak sadece sözlükle metin arasında gidip gelmekle olacak iş değil, içinde dili yaşatan insanlar aktarımlarında başarılı olurken yaşatamayanlarda “elektrik kesintisi” olabiliyor. “İyi çeviri yapamadığını söylediğin insanlar da emek harcıyorlar, saygı duymalıyız” diye düşünen dostlara da, harcanan emeklerin boşa gitmesinin bizim suçumuz olmadığını iletmem gerek. Ajdar da emek ve para harcıyor şarkıları için ama adam “Anne! Bitti!” kıvamında.


P.S. sekizinci kıta'daki 27-07-2012 tarihli yazım. Kapandığı için buraya taşıyorum.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Işınla Beni Scotty!

Hayatım boyunca ışınlanmanın hayalini kurdum. Artık ulaşımın ışınlanmayla sağlandığı bir dünya benim için olmuştur, kıvamı tutmuştur o dünyanın. Lakin bu teknoloji Türkiye’ye gelse ve uygulanmaya başlasa burada kullanmazdım, cesaret edemezdim daha doğrusu. Düşünsenize, ışınlanıp Prag “Işınlanma Limanı”na inmişim, kız arkadaşımla tatil yapmaya gitmişiz ve ana! Ayak parmaklarımdan biri yok! Işınlanırken voltaj düşmüş, bir şeyler olmuş ve benim parmağım geri kalanımdan ayrı düşmüş.

- E kardeşim, nerede benim parmak?
- Üzgünüz Burak Bey, parmağınız İstanbul’da kalmış. Ama merak etmeyin bir sonraki ışınlanma seferiyle gönderilecek. Siz lütfen şu formu doldurun ve kayıp parça bildiriminde bulunun. Biz verdiğiniz adrese göndereceğiz parmağınızı.
- Bir sonraki sefer ne zaman hanımefendi?
- Yarın akşam efendim.

Al işte gitti belki de en sevdiğim parmağım. Belki Ankara’da öyle bir ortam olmadığından zaten parmak arası terlik giyemiyordum, en fazla yazdan yaza o da tatil yapabilirsem. Pek bir kayıp değil ama altın oranı bozuldu bir kere vücudumun. Kendimi artık vitruvius adamı gibi hissedemeyeceğim hiçbir zaman. Haydi, şımarıklığı bırakıyorum dövme vardı belki de ayağımda, bir kertenkele dövmesi mesela… Belki de kertenkelenin kuyruğu da kopan parmağıma dövülmüştü. İroniye baksanıza, kertenkele ömür billah kuyruksuz kalacak.

Bu ülkede yaşamanın zorluklarını bir hikâye kaleme alırken öyle ağır hissediyor insan işte; bilimsel ve kurgusal bir şeyler hayal etmeye başlayınca kendi hayallerimi yıkmaya başlıyorum. Zaman makinesini biz icat etsek deneme sırasında ya elektrikler kesilir, ya klavyeye su dökülür veyahut ne bileyim hiçbir şey olmazsa da bilim adamlarının içlerinden birisi arabasında intihar mektubu ile ölü olarak bulunur.

Benim bu hissettiklerimin sebebi belki de ülkemizin bilime ne kadar önem vermediğindendir. Ha, yanılıyor da olabilirim; ülkemiz bilime çok acayip önem veriyor fakat belli etmiyor da olabilir. Ülkemi küçümsüyor da değilim, ne de olsa ekmeğimiz nerede yeniyorsa orası vatanımızdır.





P.S. sekizinci kıta'daki 09-11-2012 tarihli yazım. Kapandığı için buraya taşıyorum.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Bilimkurgu Nasıl Yazılmaz

Bir bilimkurgu takipçisi ve heveslisi olarak bir okur gözüyle bu dalda yazan, yazmak isteyenlere elimden geldiği kadar samimi bir dille yapmamaları gereken şeyleri sıralamak istiyorum.

Artık anlamak zorunda olduğumuz bir şey var; o da teknolojinin çok hızlı gelişmesine rağmen şimdiye kadar yazılan bilimkurgu öykülerinde öngörüldüğü kadar da hızlı gelişmediğidir. Elbette artık kült olmuş görsel ve yazınsal eserleri ayrı tutuyorum.

Eğer çok şahane fütüristtik fikirleriniz olduğunu düşünüyor ve bunları değerlendirmek istiyorsanız, gelecekte olması sizin ve okuyucularınız ya da izleyicileriniz için heyecan uyandıracağını düşündüğünüz bu öğeleri dünyada değil de başka bir gezegende uyarlayın. Tabii eğer eserinizin kırıntısının bile kalmayacağı 3000’li yıllar gibi, okuyucuların “Abi adam amma sallamış” gibi yorumlar yapamayacağı dönemleri kurgulamak isterseniz, bu maddeyi dikkate almayın.



Buna güzel bir örnek verebilirim: 2006 yapımı olan Idiocracy filmi. Bir deneyle bir sene uyutulması planlanan, ortalama IQ derecesine sahip iki denek bir yanlışlık sonucu 2505 yılında uyanıyorlar. Şimdi, bu dönemin tasvirini her zamanki uzun, gümüş renginde yapılar veya çöle dönmüş dünya olarak yapmak cidden çok kolay; ama bunların yapılmışı var, hem de zilyon tane. Bu adamlar, senaryo ile çok güzel bir şekilde örtüştürmüşler mekânı. Senaryoda insanların IQ derecesi yıldan yıla giderek düşüyor ve bu denekler uyandıklarında o zamanın en akıllı insanları oluyorlar, durum o kadar vahim. Hâl böyle olunca zekâsı gerileyen insanın teknolojik ilerlemesi de bir yerden sonra duruyor ve yazara bu dünyayı kurgulamada çok fazla kolaylık sağlıyor.

İçinde komedi barındıran pek fazla bilimkurgu eseri yok, o yüzden bu konuya yoğunlaşmak bence mantıklı, tabii espri kabiliyetinize güveniyorsanız. Bilim kurgu tarzında size komik unsurlar barındıran “Paul” filmini önerebilirim.


Teknolojik ilerlemeleri tespit etme konusunda on numara bir yaklaşımınız varsa şanslısınız, lâkin buna rağmen klişeleri tekerrür ettirebilirsiniz. Bilimkurgu görüntüsünde bir aşk üçgenini de anlatabilirsiniz, evet; ama Amerikalı yazarların, senaristlerin en çok düştüğü hataya düşmemek yerinde olacaktır.*

Hikâyeniz sürerken küçük bir bölüm içinde de olsa haritanızı genişletin, dünyanın geri kalan kısmını kısa da olsa tasvir edin. Diğer milletlerin kaderi de sizin kaleminizde, yazın o halde kaderlerini. Unutmayın ki biz bir filmde Sultan Ahmet gösterildiğinde “Alalalala Türkiye lan! İstanbul lan!” diye sevinen bir milletiz, bilinçaltımızda detaylara gösterdiğimiz öyle büyük bir ilgi var ki anlatamam.

*Hatadan ziyade bir misyon söz konusu olduğu aşikardır, o da “Dünya = Amerika”dır.

Artık devir uzaydan gelen istilacıların değil, bir virüs üretip de dünyanın topyekûn köküne kibrit suyu sıkma devri olduğundan artık zombili filmleri de bilimkurgu diye öpüp başımıza koymak zorunda kalıyoruz. Sonuçta bu kötü durumun da sebebi bilimdir ve ne yazık ki bilimin kurgudaki yeri ufacık olsa da yaratılan alternatif dünya bilimkurgunun da konusudur.



Bu sebeple oldukça fazla başarısız örnekleri varken zombi, mutantvari karakterler ihtiva eden bir öykü karalamadan önce bir kere daha düşünün derim. Gidebilecek bir yeri kalmadı bu hikâyenin, bunu anlamak lazım. Virüs yayılır, birkaç kişi ya şans eseri paçayı sıyırır ya da ne hikmetse bağışıklıkları vardır… Kurtulanlar kırmızı başlıklı kızlardır, zombiler de kötü kurt. İşte masala döndü hikâye, hiç buralara girip de kafanızı bulandırmayın.

Benim aklımda deneyli bir şeyler var; ama zombiyle, mutantla bağlanmayacak şeyler bunlar diyorsanız size şu kitabı önereyim o zaman: Daniel Keyes – Kobay (Orijinal adı: Flowers for Algernon). Bu kitapta yazar başkarakterin duygusal ve psikolojik tepkilerini de oldukça iyi nakletmiş kâğıda. Bu tarzda şeyler yazmak istiyorsanız psikolojik rahatsızlıklar ve bunların dışa vurum şekilleri hakkında araştırma yapmanızı öneririm.


Öykünüzde olabildiğince fazla konu işlenmeli, Amerikan malı bilimkurgu filmlerinden ölesiye sıkılmadık mı dostlar? Genel örgünün içine yan olaylar da serpiştirin; aşk olur, cinayet olur, siyaset olur, komedi olur… Orwell’in 1984’ü bence en usta bilimkurgu yapıtlarından biridir. Ana konusunda “lanet olası” düzenin nasıl idare edildiği işlenirken, içine türlü çeşniler de katılmıştır ve mutlaka okunmalıdır.



Bu konuda son olarak söylemek istediğim: “Süper kahramanlar var…” Eee? “İşte böyle düşmanları da var bunların tabii…” Sonra? “Abi, işte hepsi birbirine giriyorlar, iyiler kazanıyor.” Bu mu lan hepsi? “Ha, bir de süper kahramanların süper sevgilileri var, arada öpüşüyor bunlar.” tatsızlığında olmasın eserleriniz.

Benim en sık karşılaştığım ve en çok gözüme takılan hatalar sanırım bunlar, tüm bunları bir okur gözüyle dillendirdiğimi tekrar belirtmek ister,

Arz ederim!



P.S. sekizinci kıta'daki 12-07-2012 tarihli yazım. Kapandığı için buraya taşıyorum.