30 Ekim 2009 Cuma

Yurdum İnsanının Alpha Male Takıntısı

Atakan Özgün arkadaşımın güzel bloğunda konuk yazar olarak bir yazı yazdım, takip edilesi bir blog oluşturuyor kendisi.

Bakmakta fayda var: http://atakanozgun.com/blog/alpha-male/

29 Ekim 2009 Perşembe

Aramızdaki Başarısız: Şafak SEZER

Oynadığı en iyi rol Arçelik reklamlarındakiydi sanırım, ki bence o da reklamlarda çok fazla replik olmaması, kısa olmaları ve Sezer’in reklam senaryosunda katkısı olmamasından kaynaklanıyor.

Blog için çok uzun olmasaydı aslında şu başlığı koymak isterdim: Komediden Uzak Komedyen Şafak SEZER ve Başarısız Filmlerinin Yaratıcılıktan Yoksun İsimleri (raflarda ömür tüketecek, sadece akademisyenlerin kitaplıklarında görülebilecek sosyo-psikolojik bir araştırmanın da taşıyabileceği bir isim olurdu bu, tez ya da makale konusu arayanlara duyurulur).

Yeni çıkarayazdığı, “kaave”den arkadaşlarıyla galasına gittiğinin haberini okuduğum filminin ismini görür görmez suratımda bir sevimsizliğin, bir sevgisizliğin, bir hoşnutsuzluğun şekli şemali belirdi. Bir insan neden ısrarla (imdb dili ile) seyirciyi hoşnut etmeyen filmler çeker ki? O yüzden “yiyorsa” Şafak SEZER’i +18 olarak sınıflandırabileceğimiz filmler çekmeye, bu filmlerde oynamaya davet ediyorum. +18’den kastım, artık kendini bir şekilde ifade etmeye başlamış, kendi mizahî fikrini edinmiş tayfaya yönelik şeyler yapsın. Ama bence kendisi şimdiye kadar kariyeri boyunca kesik kesik çizgilerle gündeme geldiği gibi, bundan böyle de silik bir insan olmaya devam edecektir.

Allah aşkına şu “komik” olduğunu sandığı ve alayanın bilindik bir laftan çalıntı olduğu film adlarına baksanıza:
Kolpacino (en son filmi bu),
Kadrinin Götürdüğü Yere Git,
Kutsal Damacana (Exorcist çakması) vs.

Artık laf esprisi ile insanları güldüremeyeceğini biri fısıldasın bu adama lütfen.

27 Ekim 2009 Salı

Bir Günlük Hürriyet Gazetesi’nden Çıkan Malzemeler

Kadrosunda ülkenin en dandirik, kofti-sosyetik, çakma entelektüel köşe yazarlarını da bulunduran Hürriyet Gazetesi sadece haberleri ve reklamlarıyla da koca bir kitaba kaynak oluşturabilir.

Gerekli besinimi internet baskılarından yeterince aldığım için bugün sırf hakkında yazmak için bir şey bulayım diye aldım gazeteyi.  Ekleri ile satıldığı ücreti katbekat hak ediyor doğrusu Hürriyet.  Resimleri ve haberleri eskiden olduğu gibi makasla kestim ama bu seferki amaç duvara asmak ya da halının altında saklamak değil, tarayıp sanal ortamıma koymak.

Güzin Abla

Hürriyet’in tarihi köşesi Güzin Abla’nın orijinal olanı Fatma Güzin Sayar bilindiği üzere vefat etti, yerine de 1998 yılından beri kızı Feyza Algan dertlerine derman olunması için okurlarının yolladığı mektup, elektronik posta ya da fakslarla hergün uğraşıyor sağolsun. Hergün çok absürd yazılar gelmesine rağmen sanırım benim şansıma çok uçta olmayan yazılar gönderilmiş bugün. Resme tıklamak sureti ile okunabilecek boyuta getirip bir göz atarsanız, üniversite mezunu bir kadının sevdiğini 11 yıl bekledikten sonra aldığı olumsuz cevapla kendini sanal aleme, evlenme sitelerine verdiği, ilk gördüğüyle de evlendiğini okuyacaksınız. Her şey normal gibi ama hangi insan bir diğerini 11 yıl iş olsun diye bekler. İyi ki sanal alemin geliştiği bir dönemdeyiz, yoksa ömür boyu bekleye debilirdi hanım kızımız.

Mısır Sultanı Selami Şahin

Daha sonra Ankara ekinde de Selami Şahin’in 30-31 Ekim tarihlerinde Ankara’da, bir ocakbaşı restoranında olacağının haberini veren bir ilan gördüm. Kaliteli espriler yapan arkadaşları ya da yakınları olup da bunlardan sıkılan ve biraz da sığ şeyler duymak isteyenler için Selami Şahin’in Nil sularında ıslanmış, Sahra Çöl’ünde kavrulmuş, türbe geçmiş komiklikleri sanırım aradıkları şeyler olurdu. Sadece 2 gala imiş, birine gitmek lazım.

Üniversiteliler Çimlerde Güzel Oynaşır Asıl

Her ilde üniversite açmanın anlamsızlığı, Başbakan’ın bunları açtıktan sonra “Her fakülte bitiren iş bulacak diye bir şey yok!” demezden önce de biliniyordu zaten. Kulaktan kulağa “aaa ne dedi!” diyerek salağa yatmanın manası yok. Haberde üniversite öğrencilerinin politika ve ekonomi okumayı sevmedikleri, işlerinin güçlerinin Olasılıksızlık, Twilight (Alacakaranlık) serileri, Penguen, Uykusuz okumak olduğu yazıyor. Her üniversite kütüphanesine cemaat evlerindeki gibi halıfleks halı (buralardaki halıların “ayak kokusuz” olması lazım ama) ve fotoğraftaki gibi birkaç tane de yerde yatarak kitap okuyan hatun buldun mu bak nasıl okumaya başlıyor üniversiteliler. Beytepe Kütüphane’sini 24 saat kesintisiz olarak açık tutmaya başladıklarından beri Hacettepe ergenlerinin ne denli okur olduklarına dair çok kesin bilgilerimiz yok değil.

Dikin Anacım

Son olarak da çiçek ekimi ile alakalı bir yazı var. Belediye çicek ekecekmiş, kış bitkileri… Benim ilgimi çeken bu değil zaten, asıl yazmak istediğim her gün yolumun üzerinde duran TBMM’nin önündeki çiçekleri neden 15’er gün arayla söküp söküp tekrar diktikleri. Şaka falan da değil, çiçekleri söküp dikmekle uğraşacaklarına Meclis önündeki otobüs duraklarının oradaki lağım kokusunu engelleseler daha makbule geçer. Gökçek bu şehre nasıl ödül getiriyor, aklım sırrım ermiyor (Şaka şaka eriyor, kesin komiteye yemek ısmarlıyordur çakal!)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Gevurca

Dil ağırlıklı program sunan liseleri kazanmayla, her ailede bir dram da başlar esasında. Aileniz eğer dilden uzaksa, sizin dil bilmenizle gururlanıp bu olayı kendilerine mal etmeleri ve sizden sonuna kadar yararlanmaları işten değildir.

Nerede bir yabancı görülse “Oğllum bak turist, hadi konuşsanıza” cümleleri kulaklarda çınlıyor, nerede yabancı dilde bir yazı var hemen evlada koşulup ne demek olduğu ona danışılıyor. Örneğin ben babamın zamanla unuttuğu, şu vakitler de “çat pat” olarak açıklanabilecek İngilizcesi sayesinde pek bir sıkıntı çekmedim lise ve üniversite hayatım boyunca. Ama üniversite ile birlikte profesonel çeviri yapmaya da başlamamla özellikle ailede dedemin gözünde tam bir yaz boyunca büyümüş de büyümüş, nerede bir yabancı dilde kağıt parçası varsa, kendimi onları çevirirken buluvermiştim. Bu çevirileri zamanında kuzenim çevirirken, çeviriyi iş edinmiş ve el altında olan başka bir torun dedemi çevirtecek materyal aratmaktan bitap düşürmüştü.

Düşünün, bir yanda 2 hafta içerisinde bitirilmesi gereken bilmemkaçbin liralık sayfalarca çeviri duruyor, diğer yanda da dedenin BİM’den, Migros’tan ucuz diye aldığı ama evde zaten 5 tane daha aynısından olan şarjlı ışıldaklar (Allah İhlas’ı bunları hayatımıza soktuğu için bildiği gibi yapsın), pilli-pilsiz tornavida setleri, zaten yıllardır kullanılan, kaldı ki kendisinin değil anneannemin pek de güzel kullandığı çamaşır makinası gibi aletlerin kullanım klavuzları duruyor.

Ne zaman Ankara’dan bayram ziyaretleri için yanına “Ben geldim dedeciğim” diye gitsem, canım dedem bana aşk mektupları yazıp, biriktirip birbirine lastikle tutturmuşçasına elime sıkıştırdığı bir tomar kağıt parçası ile “hoşgeldin” diyor. Bir de hergün biriyle çevirilerin bitip bitmediğini kontrol etmesi de cabası tabii.

Dil öğrenmek çok güzel bir şey, aslına bakılırsa ailede “dil bilen” olmak da bir o kadar güzel. Ama bunu hala ailede yabancı dil kavramını “gevurca” olarak gören büyükler varken dikkatle düşünmek lazım.

25 Ekim 2009 Pazar

3’ün Sırrı

RTE ile Baykal bu hafta bir nikâha davetliydiler nikâh şahitleri olarak. Haberi ilk olarak Radikal’de okudum ve birbirlerine bir türlü kavuşamayan bu iki bahtsız “lider”in artık kabak tadı veren TV dizisi kıvamındaki buluşup konuşamama fiyaskolarından sonra bahsettiğim haberin başlığını görmek beni ziyadesi ile güldürdü (bkz. yarılmak).

Başlık tam olarak şöyle idi: “Erdoğan ile Baykal nihah masasında buluştu.” Kendileri adına çok sevindim, en az 3 çocuk bekliyorum bu mutlu çiftten.

En az üç tane atarsın koç damat! Neyse konuyu bağlamışken, dağıtmadan sayın Hoşbakan’ımızın dilinden bir ara düşürdüğü ama artık bir tik gibi yeniden benliğini teslim ettiği “en az üç çocuk emri”ne (İng. three children code) geçeyim. Çocuklar geleceğimizin teminatıdır derken tam olarak ne anlaşılıyor merak içindeyim, zira büyüklerimiz bu cümleyi sarf ederken sanırım “Bir böbrek 3 bin dolar etse, bir karaciğer nereden baksan 6 bin eder” diyerek organ mafyası kafasıyla düşünmüyorlardı eminim.

Meydanlarda ses çatlatarak, güneş gözlüğü ile karizma yaparak halkın her kesiminden üç adet çocuk sipariş etmek yerine benim daha mantıklı bir çözümüm var, ki küçük hesap insanlarına da gayet mantıklı gelecektir: Durumu gerçekten çok şahane olan, gelecekten tek kaygısı planladığı yıllık kârlılık oranını yakalamak olan ülkenin değerli kodamanları en az 3 çocuk yapsın, kendine dahi zor bakan yurdum insanı ise karne ile çocuk yapsın, onlar da günümüzdeki gibi tek kalemde harcansınlar. Böylece ülkenin refah seviyesi tavan yapar, zenginlik oranı artar.

Saatlerini geri almayan varsa ceza olarak 2 saat geriye alsın hemen.

23 Ekim 2009 Cuma

Babalarının Ellerine Kalmış Sabi Sübyanlar

Hep hanım kızlarımızı yeriyorum çizmesiydi, gözlüğüydü, anadan doğma şairler hepsi gibi şeyler diyerek, biraz da biz erkeklerin kaba etlerini dağlayalım madem.

İşyerimin yakınında Amerikan menşeli olmak üzere üç tane fast-food restoranı var ve arada (arada dediğim bir haftanın yarısı ediyor) ben de buralardan yemek yiyorum ve her gittiğimde, özellikle de Cuma öğleden sonraları ve Cumartesi günleri mutlaka 3-4 yaşındaki çocuklarının ellerinden yapışarak gelen babalar görüyorum. Çoğu sadece baba ve oğul/kız takılıyorlar, bu da annelerini atlatarak erkek erkeğe ya da baba-kız dışarı çıktıkları anlamına geliyor.

Babası Burger'da Indirim Varmış, Koşun Hemen! Erkeklerin yüzde doksanının kendine bile bakamadığını, tek başına kaldığında peynir ekmeğe talim olduğunu bildiğimiz halde hangi mantıkla ve cesaretle çocuklarına bakmaya çalışıyorlar aklım ermiyor. Zira ufacık bebeğe sen o yağlı mönüleri yedirdiğinde bu çocuk 10 yaşındayken uzayda normalde kaplaması gereken alanın 3 ya da 4 katını kaplıyorsa, seni altına alarak intikam amacıyla ezmesi hakkı mıdır, değil midir bre adam! Bu çocuk edindiği göbekle amcalarına göbeği yüzünden göremediği pipisini gösteremeyecek, belki varlığından ergenliğe kadar (şansızsa hayatı boyunca) haberi bile olmayacak, ya da küçücük dev kızın hayatı boyunca annesini geçtim, babası tarafından asla havaya fırlatılamayacak eğer sen özveri gösterip, küçük işlerin adamlığını yapıp vücut geliştirmede bir noktaya gelemezsen.

Tüm anneleri ve anne adaylarını ivedi ile uyarıyorum: Hanımlar çocuklarınızın beslenmeleri konusunda asla babalara güvenmeyiniz, utanmasalar dişi olmayan çocuğa patlıcan kebabı yedirir bunlar.


22 Ekim 2009 Perşembe

Kesinlikle Yasaktır!

Bir kavramın en üst ifadesine nasıl ulaşılır sorusunun cevabı, önüne pekiştirici bir sıfat ya da miktar zarfı getirmek olacaktır. Yani “çok acayip bir şey”deki gibi “çok” kullanarak acayipliğin sanıldığından daha acayip olduğunu vurgulamak gibi şeyler anlatmak istediğim şey.

Ya Sadece Yasaktır Yazsaydı? Sonuçların Sorumlusu Kim Olacaktı? Bir de genellikle Türk dili hocalarımızın kendilerini ne kadar da bilgili, ne kadar da entel, efendime söyliyeyim ne kadar da kel kafalı olduklarını gözümüze sokmak istediklerinde dile getirdiği tek bir yanlış kullanım bulunuyor: Zaten en üst seviyede ifade edilen bir kavramın ifade seviyesinin daha da yukarı çıkarılmaya çalışılşması. Buna dair bilinen tek örnek “kesinlikle yasaktır” örneğidir.

Hocalara takmışım gibi oldu ama bir yandan da haklılar, kurulu düzeni bozuyor bu ifade düşünecek olursak. Bize de söylendiği gibi tek bir yasak vardır ve bu çiğnenmemelidir, o yüzden de “kesinlikle yasaktır” gayet saçma bir uyarıdır.

Ama ben bunun bir açıklamasını yapıp herkesi bu durumdan kurtarmayı planlıyorum (Türk Dili dersini  alacaklar afiyetle kullanabilirler). Şöyle; Yaptırım nedir? Bir yasak çiğnendiğinde uygulanan nahoş şeydir, cezadır. Peki biz insanoğlu olarak yasakları çiğnemeye karşı eğilimli miyiz? Bittabii! E, o zaman “Yasaktır!”ı çiğnemenin yaptırımı kulak çekmek falan olabilir en fazla, çünkü yaptığın çok da bir şey değil, yasak alt tarafı. Ama gelgelelim “Kesinlikle Yasaktır!”ı çiğnersek köylerde falaka, şehirde nezaret ve hapisle sonuçlanması gerekiyor. Yani “Kesinlikle Yasaktır!” kullanımı aslında bir yanlış değil, sosyolojik ve psikolojik araştırmalarla ortaya çıkarıldığını düşündüğüm mükemmel bir uygulamadır.

P.S. ‘Türkiye’de yaptırım nedir? Kısmi cezadır.’ gibi soru ve cevapla bu durumun Türklerin kural tanımazlığı yüzünden ortaya çıktığını ve Türklere has olduğunu söyleyemeyiz çünkü İngilizce’de de “strictly forbidden” ifadesi var. Yani biz tüm dünya olarak dayaklığız.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Manga Kahramanları Samuray Kılıcı Taşımak Zorunda Mı?

Dediğim gibi Dost’a malzeme toplamaya gittim, hatta buldum da bir kitap “geyik köşe yazım” Burak Çınar Okuyor için, başını sonunu da okudum hemen. Ama evvelinden ilgimi çeken başka bir şey olduğundan ötürü bu kitap yerine onun hakkında yazmak daha işime geliyor şimdi. Arzım ve talebim bu doğrultuda.

macbeth NTV’nin pek de güzel “Dünya Klasikleri Çizgi Roman Serisi”ni bilmeyen kalmamıştır, zaten çizgi roman hayranı olduğum için aradan çıkarayım bunu istiyorum. Hastalığımdan ötürü gittim birinci basımını edindim hemen en  son seri olan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını. Daha sonra biraz dolaştım itiraf etmek gerekirse malzeme bulmak için ve Shakespeare’in Macbeth’inin “manga” olarak hazırlanmış çizgi romanını buldum. Görünüşe göre edebiyat camiası NTV yayınlarına olan talepten sonra bir hışımla bu pazara atlamış.

Kapağı ve içeriği gördükten sonra “Bu nasıl Machbeth ki?” dedim kendi kendime. Manga eserler Japon kültürünü alabildiğine yansıtsın bittabii, bizim karikatürlerimiz nasıl diğer tüm çizgilerden farklı ise manga çizimleri de Japonlara has, tamam. 15 yaşımdan beri alıp biriktirdiğim için çizgi roman koleksiyoncusu bile sayılırım, o kadar çok seviyorum çizgiyi ama şimdi arkadaşım gidip de Allah’ın İskoç kralı Macbeth’in elinde samuray kılıcı, başında bandana, üstü çıplak, altında da “eşortman” altı ile çizersen bildiğin saçmalarsın.

O ne o arkadaki? Japon malı televizyon direği mi?

20 Ekim 2009 Salı

Çizmeler Üzerine

Çizmelerden yana öyle muzdaribim ki sadece giyme tarzı, giyme zamanı hakkında değil, salt çizmeler üzerine kafamı çok yoruyorum ve bu konuyu bir liseli kızın yaptığı gibi kafama takıp, kendimi harap ediyorum. Sanırım bu halimin bir safha sonrası özenle düzelttiğim çift kişilik yatağımın üzerine yüzükoyun zıplayıp o yatağı  bir güzel bozmak, ayaklarımı da doksan derecelik açıyla kaldırıp, nefes almamı neredeyse engelleyecek şekilde kafamı gömdüğüm yastığımı ıslata ıslata ağlamak olacak.

Ayağın Kokar Bebeğim Onlarla Gencecik, hayata neşeyle ve dahi bön bön bakan kızlarımızın bıraktım mevsim normallerinin üzerindeki sıcak havayı, yaz sıcağında giydikleri çizmelere bir türlü anlam veremiyorum. İnternette ufak bir araştırmayla, hiç düşünmeden ithal ettiğiniz bu “lanet olası” moda denen şey içerisine “Yaz Çizmesi” diye bir çizme de tıkıştırdıklarını farketmek ise hayat boyu böyle karamsar ve üzgün kalacağımın işareti gibiydi sanki. Sıcak havalarda da çizme giyen kızlarımıza kısa ve öz bir uyarım olacak: Böyle sıcak havalarda ayağınızda bu çizmeler varken ancak Starbucks’ta oturur, içtiğiniz kahvenizle arkadaşlarınızla fotoğraf çekinir ve sosyalleştiğinizi düşünürsünüz ama eve dönüp de Facebook’a bu fotoğraları yüklemek istediğinizde yanınızda olacak tek bir şey vardır, o da ayak kokusu!

Aşağıdaki Sokakta Kanalizasyon Patlamış, Çizmelerin Bana Lazım Bir diğer takıntılı olduğum nokta da çizme olayının dibine vuran körpe kızlarımız… Sokakta bir itfaiye memuru, patlayan kanalizasyonu onarmak için koşturan bir belediye çalışanı gibi görünüp “Yanınızdayız!” mesajı vermekten kilometrelerce uzak iken ne demeye plastik çizme giyiyorsunuz e be canlarım? Cafcaflı renklere boyanmış, puantiyelerle bezenmiş plastik çizmeleri giyince sadece içi boş bir amele sıfatına sahip olduğunuzu bilmek sizi üzer mi? Virgülle ve sesli harfli kelimelerle kurulmuş cümlelere alışık olup, bunları anlayabilseniz belki ederdi.

Yüzün Neredeyse Yarısını Kaplayan Güneş Gözlükleri

Nereden baksak bi’ 2 sene mazisi var bu kocaman devasa gözlüklerin moda olmasının. Az önce bir gazetede yine bunlardan takmış birini görünce yeniden idrak ettim ki; kadınların bu hatalarını fark etmesini, bu “anlamsız” modanın geçip gitmesini, şimdiye kadar bu konu yüzünden çektiğim sıkıntıları ardımda bırakmayı iple çekiyorum!

 1
Nasıl bir ara Rayban markasının ürünü, aslında bildiğimiz “pilot gözlüğü” olan gözlükler moda idiyse, şimdi ise yüzün 4/2’sini kaplayan gözlükler rağbet görüyor malesef. Benim gibiler için yaz bitince kurtulur, rahat ederimcilerin bu hayalleri de, artık bilgisayara bakmaktan pert olmuş ve ufak bir ışık kırıntısında kamaşan gözlerin kışın da bunlara ihtiyaç duymasından dolayı suya düşmüş durumda. Hakkımızda hayırlısını diliyorum.

2

19 Ekim 2009 Pazartesi

Burak CINAR Okuyor

Sağdan soldan okuduğum şeyler ile ilgili dışavurumcu-lafsokumsal yazılarımı bu başlık altında bulabilirsiniz dostlarım.


Arz ederim







Pazarlık İşkencesi

Malesef benim de çıkmaza girdiğimde başıma gelen, insanı çok kötü hissettiren bir durum vuku buluyor herhangi bir yerde, herhangi bir ürün için pazarlık yapmaya niyet edip de muvaffak olamadığım zamanlarda. Durum bazen müşteri olarak az da olsa sözünün geçmesini istediğin için, bazen de yeterli paran olmadığı, fakat neyse artık uğruna pazarlık ettiğin, onu almak için karşımıza çıkıyor.

En son Karanfil Sokak’taki Dost Kitabevine giderken “akşam saati pazarı” kurulmuştu yine ve genç bir kadının gözleri tezgahın önünde uzaklara dikilmişti. Tezgahtar genç kadınla ilgileneceğine tezgahın üzerinde oraya buraya dağılmış mallarını toplamakla uğraşıyordu “olmaz didim hanım abla” dercesine kaşlarını çatarak. Ben ikiliye iyice yaklaşmışken de tekrar sordu sorusunu kadın bakışlarını kendini zorlayarak daldıkları yerden adamın üzerine götürerek: “Olmaz mı ya?, Olur ya?”

“Olmaz abla” cevabını alınca da arkadaşlarımıza, yakınlarımıza türlü geyikler döndürüyoruz “Yok zaten 1 lira kazanıyormuş, bi’ git ya!”, “İkram payı bırakmıyorlar mı hepsi, yalvardım kuruş indirmedi!” diye.
O, bu değil de, babam olsaydı o hatunun yerine, yarısına almıştı kesin artık almak istediği şey ne idiyse. Eski toprak ne de olsa.



17 Ekim 2009 Cumartesi

Para İnsanı Bozuyor


Efendim sürekli aklıma gelip gelip de unuttuğum şeyler artık hiç olmasın, kaybolmasın diye blog açtım, kesmedi bir de "blogspot" uzantısından kurtulup alan adı aldım, o da yetmedi. Bu sefer reklam alayım dedim, gönderdikleri reklamlar da yok "Ayşe'nin yatak odasına gir", yok efendim "Canan'ın kamerasını aç" gibi hiç benim gibi aile terbiyesi had safhada bir insana göre olmayan reklamlar. Buradan reklam şirketini kınıyorum Flash TV reklamlarını bana layık gördükleri için. Allah vere ki orada "enlarge your penis" gibi şeyler yazmasın. Az daha dursun, hevesimi alayım kaldırıyorum zaten, teessüf ederim!


Kentinle Gurur Duyuyor Musun?

Melihciğim yine bir ödülü kaptığı gibi güzel Ankaramıza getirdi. Futbolda ve yönetimin her türlüsünde gayet başarısız olsa da plaketiydi, efendime söyliyeyim tabak ya da tepsi kisveli ödüllerdi, ayırt etmeden hepsini alıp getiriyor. Bu sefer de tutmuş eve Avrupa ödülü getirmiş, sokaktan bulduğu her şeyi eve getiriyor saçlarına yandığım.
Gerçekten, bu ödülleri Ankara nasıl kazanıyor hiç bilemiyorum, çünkü ben olsam Hilton'ıydı, Sheraton'ıydı bu ödülü veren gevurların kol gezdiği yerlerde, mesela Tunalı Hilmi'de her yer toz toprak dolu diye vermem ödül mödül. Ben örneğin, Tunalı Hilmi'de yürürken her defasında gözüme toz kaçıyor, ağlamaklı oluyorum. Bu sefer de insanlar gerçekten ağladım zannetmesin diye "cık cık cık bu ne ya!" diyorum hafif dışarıdan konuşarak.

Melihciğim bakırcı Hamdi Usta'ya yaptırdığın plaketleri lütfen artık kazandık, en büyük biziz diye yutturma, "Kentinle Gurur Duy!" sloganıyla bezediğin, her baktığımda saçının ve bıyıklarının arasında kendimi kaybettiğim resimlerinle boy boy bastırdığın afişleri "Nasıl olsa benim" diyerek her reklam panosuna asma. Aile terbiyesi görmemiş derler.


Kaldırımların Suçu Ne?



Her şeyden önce evet ben de bağımlısı idim, yaklaşık bir sene öncesine kadar ben de yapıyor, yapmaktan kendimi alamıyor idim. Türkiye'de kaldırımlar üzerlerinde yürünecek gibi değil, evet ama takıldığında neden dönüp arkasına bakar insan? Suçlayacak birini buldun evet de yani bakışınla arkandan takıldığını ve komik bir hal aldığını gören insanlara "Lanet olası belediye çalışmıyor dostum, bak ne hallere sokuyor bizi!" izlenimi vermek zaruri midir?

Hemen şu anda çok acayip bir teori geliştirdim, çok akademik hissediyorum kendimi: Düşünüyorum da sanırım nereye takılsak, düşsek ve kendimizi kötü hissetsek (Bu küçükken acı, büyükken rezil olma olarak değişim gösteriyor) ailemiz o zemini ya da nesneyi "Bu mu acıttı bacağını yavrum? Bu mu 'ög'  yaptı canım?" (ög ne ola ki?) diyerek "Al sana pis yer!", "Al sana pis sehpa!" diye döve döve bizi takıldığımız her şeye düşman ettiler. Hangimiz ağlamaklı olduktan, hatta delicesine ağladıktan sonra "Ben dövdüm onu yavrum, bak geçti." cümlesini duyduğumuzda yelkenleri suya indirip, yüzümüze gülücükler kondurmadık ki?

Evet ben artık kaldırımlara ya da kirişlere takıldığımda dönüp arkama sinirli bir bakış atıp, kafamı "cık cık cık" diyerek sallamayı bıraktım. Çünkü gerçekten takılanın arkasında durup olaya tanıklık ettiğimde bir sene önce, görünüşün ne kadar salak olduğunu idrak ettim.


14 Ekim 2009 Çarşamba

Dersimiz Din K. ve A.B., Tartışın!


Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde tartışma olması gerçekten çok acayip bir şey. Ama tartıştıkları şey din değil tabii, derslerde hala malesef sadece ezber yaptırıp, bunlardan da sözlü yapıyorlar. Fotoğraf kesitini okuyunca gülmekten bir hal olmamak işten değil (ağlanacak halimize gülüyoruz yazardım köşe yazarı olsam ama yaşasın ki değilim). Malum resime buradan ulaşmak imkân dahilinde, ben yine de ne yazdığını yazıyorum buraya:


Bir maymunun anlamlı bir eser yazabilmesi mümkün müdür? Maymun, düzenli tek bir cümleyi bile rastgele de olsa yazabilir mi?
Tesadüfen bile tek bir cümle yazılamazken koskoca evren tesadüfen meydana gelebilir mi? Tartışınız.

5. sınıfa giden çocuklar artık bizim zamanımızdaki gibi, bir 13 sene öncesi olduğumuz gibi malak değil böyle  ödevlerle akıllarını alasın. Ama bir şeye daha çok şaşırdım, insan kendini düzenli ve rastgele olmayan bir cümle ile nasıl da maymun ediyor. Çocuklarımız evrimi inkar eden maymunların eline kalmış, vay ben nerelere gideyim!


Bana Da İkram Etti Ki!


Cem Uzan'ın Fransa'ya kaçtığı ortaya çıktı ve bu kaçıştan önce kimseye veda partisi olduğunu çaktırmadan bir parti düzenlemiş, pahalı pahalı şaraplardan ikram etmiş ve söylenildiğine göre "Bu şaraplar bitmeden parti de bitmeyecek" demiş, içmiş, içmiş, içmişler. Ertesi sabah sızan arkadaşlarını soyup kaçmış.

Şaka şaka, benim Cem Uzan'ın kaçışı ile ilgili farklı bir şey ilgimi çekti: Genç Parti genel başkan yardımcısı Emin Şirin'in partiye davet edilmediğini açıkladığından sonraki cümlesi. Bir insan partiye davet edilmemesini hazmedemediğini bu kadar mı açık bir şekilde ortaya koyar?

"Pazarları genellikle Cem Uzan'ın aile günüdür. O gün aile üyeleri ve lise arkadaşları ile bir araya gelir. Biz de birçok kez şarap içtik.”

Ben sana yeni ortam yapar, seni her partiye çağıracak arkadaşlar bulurum Şirin'ciğim. Sen hiç tasalanma.

Her Dinin Resmi Tatili Olsun

Almanya'da azınlıklar kendi dini bayramlarında da okulların tatil edilmesini istiyor. Fikri ortaya atan Türk Derneği'ne Yahudi Derneği destek veriyor. Türklerin Ramazan ve Kurban Bayramlarının tatil olması talebine, Yahudiler de kendi dini günleri olan Yom Kippur'da okulların tatil olmasını diliyor.

Özellikle Yom Kippur Günü'nde yahudilerin yaklaşık 26 saat boyunca yemek yemesi, bir şey içmesi (burası bildiğimiz orucun 26 saate çıkarılmış hali), parfüm kullanması, sex yapması (wikipedia diliyle "cinsel münasebette bulunması"), çalışması, elektronik eşyalar kullanması, ateş yakması, deri ayakkabı giymesi  vs. yasak olduğundan mini mini öğrenciler bugün zorla günaha giriyorlar. Aslına bakılırsa dini inanca saygı gösteriyorsa bir devlet, gayet mantıklı bir istek çünkü kendi inançlarına göre adamlar o gün çalışmamak zorunda.

Almanya'da azınlıkların dini bayramlarında da okulların tatil olması daha önce de dile getirilmiş. 2004'te Yeşiller Partisi'nden milletvekili Christian Ströbele islami bayramlarda okulların tatil edilmesi önerisinde bulunmuş ve bu son iki önerinin çıkış noktası olarak kendini gösteriyor gayet mütevazi bir şekilde (Birinç! Birinç!)


Bir de kendi ülkemize bakalım, hangi azınlıkların dini bayramlarını kutluyoruz, resmi tatil  olarak ilan ediyoruz? Bilindiği gibi bizde okul tatil eden bayram yok, tüm devlet kurumlarını tatil eden bayramlar, özel günler var. O yüzden Türkiye basımı bir takvime bakmak yeterli olacaktır diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

İşte ülkemizin resmi tatilleri:

2009 YILI RESMİ TATİL GÜNLERİ

TATİL GÜNÜNÜN İSMİ
SÜRE
GÜN
YILBAŞI
1 GÜN
1 OCAK
ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI
1 GÜN
23 NİSAN
EMEK VE DAYANIŞMA GÜNÜ
1 GÜN
1 MAYIS
ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI
1 GÜN
19 MAYIS
ZAFER BAYRAMI
1 GÜN
30 AĞUSTOS
RAMAZAN BAYRAMI AREFESİ
1/2 GÜN
19 EYLÜL
RAMAZAN BAYRAMI
1. GÜN
20 EYLÜL
RAMAZAN BAYRAMI
2. GÜN
21 EYLÜL
RAMAZAN BAYRAMI
3. GÜN
22 EYLÜL
CUMHURİYET BAYRAMI
1,5 GÜN
28 EKİM
29 EKİM
KURBAN BAYRAMI AREFESİ
1/2 GÜN
26 KASIM
KURBAN BAYRAMI
1. GÜN
27 KASIM
KURBAN BAYRAMI
2. GÜN
28 KASIM
KURBAN BAYRAMI
3. GÜN
29 KASIM
KURBAN BAYRAMI
4. GÜN
30 KASIM

Bu ülkedeki azınlık dinler için din sanırım Almanya'dakilerin dinleri kadar değer taşımıyor kimse sesini çıkarmadığına göre... Belki Almanya'da böyle bir kanun kabul edilirse biz de kabul etmiş sayılırız, ne de olsa senelerdir göbeklerimiz birbirine bağlı.


13 Ekim 2009 Salı

Minibüs Günlükleri


Ankara'da, Güvenpark'ta minibüse binmek sanıldığındnan daha farklı süreçleri barındıryor içinde aslında. Biraz dikkat edildiğinde bu maceranın uzun kuyruklarda erkeklerin kızlarla, kızların da erkekle bakışmalarıyla başladığı gözlerden kaçmıyor elbette. Sıranın size gelmesiyle varsa eğer arkadaki ya da öndeki beğeninizi kazanan karşı cinslerin de sizlerle aynı minibüste yolculuk edeceğini idrak etmek insanın içinde bir rahatlamaya neden oluyor.  Sonra da parayı ön tarafa "iletmemek" için en arkadaki ya da en önde, şoförün yanındaki yerlerin boş olması ümidi kaplıyor yolcuları (tabii "kesme" işine devam etmek isteniyorsa kimileri kibarlığını sergilemek için sondan bir önceki koltuk sırasında yerini hazır ediyor, "öne iletir misiniz?" sorusuna "tabii ki" cevabını ve bir öndekine de "pardon, şunu uzatabilir misiniz acaba?" suallerini sarf etmek için erketeye yatıyor, o ayrı).

Ama kibarlık takınmak için değnekçi amcalara da dikkat etmek, yolcu daha yeni binmişken araca, "arkadaşım otursana!" diye sinirlendirici cümleleri kulağa asmamak gerekiyor. Macera oturup, paraları iletim işleminin bitmesi ile son bulmuyor elbette, polis kontrolü olan yerlerde ayaktakilerin çömmesi, "Teşekkürler" direktifini duyup tekrar ayakta eski hallerini almalarını seyretmek de hep bu maceraların bir parçası.

Sizi seviyoruz değnekçiler ve dolmuş şoförleri, bize bu değişik deneyimleri yaşatıp hayatımızın biraz olsun sıradanlığından kurtardığınız, kimi zaman bizi müsait, kimi zaman da müsait olan yerden 50 metre ileride indirdiğiniz için.


12 Ekim 2009 Pazartesi

Media Markt Reklamlarına Tepkiler


Türk halkı kendine hayvan dedirtir mi bre boncuk gözlü Almanlar? İşte bir halk uyanıyor, Eskişehir'de ellerinde spray boyalarla reklam panolarındaki hayvan kafalarını boyuyorlar. Şahsen çok sevindim, zira kendime hayvan dedirtmemek için artık Media Markt'tan alışveriş yapmak zorunda kalmayacağım. Benim gibi daha nice pasif insanı temsil ediyorsunuz, farkında mısınız ey asi ve asil halk! Yürekler sizinle atıyor! Haydi Ankara Halkı, sıra sizde (sosyal pasif olduğum için "bizde" diyemiyorum) gelin birlik olup tüm Eskişehir Yolu'nu boydan boya boyayalım, hayvan kafalı reklamların kafalarını vuralım hey gidi Osmanlı torunları (kendimi bir gruba dahil de hissettim ya ,artık ölsem de gam yemem)!

(Radikal'in haberine buradan, konuyla ilgili evvelki yazıma da buradan ulaşmak imkân dahilinde)


Şu Üşengeç Türkler

Her daim ne kadar iyi, çalışkan, zeki ve dahi yiğit olduğumuzu damarlarımızda akan kanla olsun, efendime söyliyeyim kafatasımızın arkası ile olsun, veyahut da bıyık, kirli sakal gibi olabildiğine somut şeylerle gözler önüne sermekten ziyade göze sokmakta üzerimize daha iyisi varsa ancak çıkardığı savaşlar yüzünden hezimete uğrayıp ve tabii ki uğratıp da kendi aralarında bayraklı donlar giyerek, kahramanlık fıkraları anlatan ülkelerden çıkabilir, aksi taktirde en iyisi biziz.
















Ancak üzerimize yapışmış en doğru, kanıtlanabilir sıfat bence üşengeçlik olurdu, çünkü şu ülkede yüzdeye vursan korkunç bir üşengeç vatandaş rakamı çıkar ortaya. Bunu her zaman farkedebilmek mümkün, ki ben en son dün, yani Pazar günü yüzümde "neysek oyuz olum" gülümsemesi ile farkettim. Hacettepe Hastanesi'nin Cebeci tarafındaki girişinde yıllardır ufak bir büfe var. İşleten beyefendi zamana ayak uydurmaktan geri kalmamış, bol hasta olan bir yerde bulunmanın avantajını fotokopi çekerek, Hacettepe Öğrenci Yurtları'na yakın olmasının avantajını da Iddaa oynatarak kullanıyor.

Her şey buraya kadar normal, gayet girişken bir Türk profili çiziyor amcam ama büfesinin tentesine baktığımda (ki ilk baktığım ve fotoğraf çekmek için nişan almama neden olan yer burası) ilgimi çeken şey STARCEP yazısı oldu. Sanırım ilk piyasa çıktığından bu yana altı sene rahat oldu, ömrü de çok kısa oldu bu özelliği aldığında zaten açık olan ve belli bir miktarda da kredisi yüklü olan kontörlü hattın.

Tüm işletmecilerimizin camlarına, tentelerine ve tabelalarına yapıştırdıkları, iki kazısan çıkacak kağıt harflerle ilan ettikleri hizmetlere arada bir bakınmaları, artık satmadıkları şeyleri oralardan sökmelerini tüm içtenliğimle niyaz ediyorum kendilerinden. Dün ben bu amcama gitse idim, "Amcacığım, sevgili amcacığım! Bana bir adet Starcep kendinden açık, hali hazırda kredisi yüklü olan hattan bir adet verir misin acil olarak, hastanede yakınım var, telefon etmem lazım ölecek yoksa?", sonra bu adam "Oho yiğenim, Starcep mi kaldı?" diye cevap verse, sonra ben "O zaman ne demeye tentene yazısını asıyorsun, insanları kandırıyorsun Starcep burada bulunur diye!" desem, bağırsam, kavga çıksa, adam tezgahın altında sakladığı ceviz ağacından yapılmış odunla bana girişse, beni oracıkta hastanelik etse güzel mi olur? Rica ediyorum, böyle şeylere artık son verelim, lütfen.

Ayrıca o Kontürlü değil, Kontörlü canım.


9 Ekim 2009 Cuma

Hakkımda

Burak ÇINAR Kastamonu'da doğdu, yürümeye Antalya - Manavgat'ta başladı.

Okumayı Kastamonu - İnebolu'da öğrendi ve liseye yine güzide bir tarihe ve kokusuyla meşhur bir dereye sahip Kastamonu'da devam etti.

Üniversite eğitimini Ankara'da Hacettepe Üniversitesi'nde tamamlayan ÇINAR, hala Ankara'da çalışıp okuyormuş gibi yapmaktadır.

Henüz çocuk sahibi olmayan Burak ÇINAR İngilizce ve Almanca bilmektedir. 

8 Ekim 2009 Perşembe

Almanların Biz Yahudileri Öldürmedik, Nazi'ler Öldürdü Psikolojisi


Almanya'nın en çok okunan haber, kültür dergisi Der Spiegel'in son sayısını aslında Almanya'daki seçim sonuçlarından sonra adamların ne alemde olduklarını kendi ağızlarından öğrenmek için almıştım. Lakin sayfaları çevirirken ilgimi çeken bir konu, konunun üçüncü sayfasında da bir fotoğraf  vardı. Eve gidince hemen okumak için arasına bir kağıt parçası koydum ama eve gidince hemen okumadım, önce yemek yedim.

Sadede gelmeden önceki bölüme gelecek olursam, Der Spiegel bu sayısında  "Savaştan da beter. Soykırım nasıl vuku bulur ve önüne nasıl geçilir" şeklinde çevirilebilecek Daniel Jonah Goldhagen'in son kitabı ile ilgili bir röportaj gerçekleştirmiş. İlk sayfasında sıkıcı araştırma geyiklerinden sorularını seçen Der Spiegel muhabiri, daha sonra işi Amerika'nın Japonya'ya attığı atom bombalarına getiriyor ve "kitapta bunlardan 'toplu katliam' olmadıklarından bahsediyorsunuz, ne iş?" sorusuna "Çünkü tarihi galip taraf yazar" gibi beklenenden çok farklı (bana göre konu ile alakasız) bir cevap verip, "Aslında tabii onlar da toplu katliamlardı, ölenler sivillerdi" diyerek içe buruk üç saltonun ardından 180 derecelik dönek bir açı ile suya göbek üstü çakılıyor.

Akabinde yazarı köşeye sıkıştırmanın gazı olsa gerek, muhabir sorularını diğer ülkelere de kaydırıyor ve konu  sonunda muhabir istemese de Almanların Yahudi katliamına geliyor. Okurken en çok burada eğlendim zira muhabir, Goldhagen'in bu toplu katliamlardan konuşurken taraflardan Yahudiler ve "Almanlar" olarak bahsetmesinden dolayı deliye dönüyor. Çünkü Yahudileri kıyım kıyım kıranlar Almanlar değil "Naziler" ve tüm Alman halkını bu şekilde "yaftalamak" doğru olmazmış. Epey bir paragraf tartıştıktan sonra sonunda yazar bu takıntılı muhabirden bıkıyor ve "Kitabımda üçbin beşyüz kere bahsettiğim gibi 'bütün Almanlar'ın değil, 'çoğu Alman'ın bu katliamlara katıldığını söylüyorum" diyerek kurtulmaya çalışıyor.


Sadede gelecek olursam, muhabirin bu takıntısı ve röportajda yayınlanan fotoğraflardan biri (yandadır) benim yazı boyunca ilgimi çeken tek şey. Aslında sayfaları karıştırdığım sırada bu fotoğrafı görmüş ve "A-a! Bu ne ki?" (daha argovari bir cümle kullandım) tepkisini vermiştim. Okurken de sürekli Türkler ve Ermeni soykırımı başlıklı bir şeyler aramama rağmen sadece tek bir cümle içerisinde bir kere "Türkler" ismi geçtiğini gördüm, o kadar. Türkler Ermenileri soykırdı, ezdi, büzdü laflarından geçerek konuşuyorum çünkü şu an bahsettiğim nokta "Yapmadığımız bir şeyin fotoğrafını koymuşlar" değil, beş sayfa röportajın 3 sayfasını kaplayan Alman-Yahudi konusu olmuş sadece küçük bir tane toplama kampı fotoğrafı sıkıştırmışlar. Çok acayip.

Tüm sayfaları taradım, üzerilerine tıklayarak aşağıdaki fotoğraflardan sırası ile ulaşmak mümkün.



6 Ekim 2009 Salı

Acayip Mediamarkt Reklamları


Bugün çok acayip bir şey buldum Beytepe Kampusu'ne giderken: ünlü Alman menşeli teknoloji mağazası Mediamarkt'ın Eskişehir Yolu boyunca reklam panolarına astığı reklamlar!

Evet agresif pazarlama diye bir şeyi evvelden de işitmiştim ama kendi potansiyel müşteri kitlesine söven reklam kampyası ile bu tür bir pazarlama girişimini hiç görmemiştim. Reklam panolarında pek bilindik hayvanları kullanmışlar ve sloganları da aynı şekilde hayvanlı sloganlar, ki ben çok yadırgadım. Alenen kullanılmaz ki bunlar!

Sloganlar hayvan kılığına bürünmüş müşterilerin ağızlarından çıkıyor ve aklımda kaldığınca aktarmaya çalışayım:

"Bilgisayara bu kadar para verecek kadar kaz kafalı değilim!",

"Ona şu kadar para verecek kadar kuş beyinli değilim!",

"Şuna bu parayı verecek damızlık inek değilim!",

"Ona şunu yapacak kadar güdülecek koyun değilim!" diye uzayıp gidiyor.

Cümlelerimde abartı yok, sadece harfi harfine aynı değill ve üstelik birkaç hayvan çeşidi daha vardı. Taşıt içinde fotoğraf çekemediğim için üzülüyorum aslında.

Sadede gelecek olursam, Mediamarkt bir şekilde "Buradan alış-veriş yapmayan bildiğiniz hayvandır!" mesajı veriyor. Bu reklam ağının gelişmesinden ve elektronik bir cihaz alındığında çevreden gelen "Nereden aldın?" sualinin cevabı Mediamarkt olmamasının halinde geri dönecek "Hayvan mısın?" tepkisinden çok korkuyorum. Sanırım artık tüm elektronik ihtiyaçlarımı Mediamarkt'tan karşılamaktan başka bir çarem yok.


Kendimizi Kandırmayalım

Her vakit aklımda olan bir konu da doğduğumuzdan, daha doğrusu bir şeylere akıl yürütmeyi öğrendiğimizden beri sürekli kendimizi kandırıyor olmamız. Kendi adıma konuşacak olursam sanırım ilk kendimi kandırma alışkanlığım, artık sütten kesildikten sonra ağzıma tutuşturulan emziği rahat bir beş yaşına kadar bir parçam olarak benimseyişimdir. Kaybolmasın diye mavi emziğim, boynuma beyaz plastik zinciri ile bağlar dere tepe gezerdim. O zamanlar emziğin işlevi olmadığının ayırdına varamamış olmam herhalde kandırmacanın beni hayal kırıklığına uğratmamasının en önemli nedeni idi (ilk cümlemdeki savı çürüterek ne yapmaya çalışıyorum bilmiyorum, yine kandırdım kendimi işte).

Biraz daha büyükken ama yine de epey bir küçükken tuttuğum oruçları susuzluktan dayanamayıp bozmalarım, en çok alımda yer eden küçük şeytanlıklarımdı. Musluğa ağzımı götürür, ağzımın kurumasını bahane ederek biraz su çalkalama bahanesiyle o soğuk şehir suyunu azar azar boğazımdan geçirmelerim "Bi' damladan n'olcak ki?"lerle sürer giderdi.

Daha sonraları artık lisedeyken hangimizin yapmadığı bir kandırmaca girdabına ben de girdim bir süre: özellikle testleri çözerken, bazen de çözdükten sonra cevap anahtarına bakıp çıkan yanlışları gördüğümde "Ben de öyle yapacaktım, sonradan şey oldu"larla geçen koca bir zaman hayatımda lezzetli tatlar bırakan kandırmacalarımdan bir başkası.

Ben konuyu seriye bile bağlarım.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Web İçin Zaman Makinesi

İnternet erişimine kavuşmuş bir bilgisayarla ilk tanıştığımız zamanlarda, 98'lerden bahsediyorum, "slm, nbr, ben ii, u, asl pls" gibi, şimdi üzerine saatlerce alaylı muhabbetler döndürdüğümüz, lakin vakt-i zamanında yine saatlerce "yeni birini düşürürüm" ümidi ile müptelası olduğumuz IRC kanalları haricinde meşgul olduğumuz web sitelerinin seneden seneye ne denli değiştiği gözümüzden kaçabiliyor.
 

98'de Hotmail'in, Yahoo'nun ya da o tarihlerde varolan diğer tüm web sayfalarının görünümünü merak edenler için mükemmel bir zaman makinesi mevcut hali hazırda: Waybackmachine! Adresini yazdığınız web sitesinin kurulduğu andan itibaren senelere göre içeriğini önizleyebiliyorsunuz. 150 milyarlık sayfa arşivine sahip bu zaman makinesi elbette tüm sayfaları arşivlemiyor ama ana ve alt sayfalara göz atmak mümkün.


Archive.org aynı zamanda eski eserlerin online dökümlerini ve başka birçok kaynağa ulaşabileceğiniz devasa bir arşiv. Bi' yarım saatliğine zamanda yolculuk eminim neşeli olacaktır.

1 Ekim 2009 Perşembe

Balle Tango




5 Ekim'de işi gücü olmayan ve o tarihte Ankara'da olacak herkesi ODTÜ'ye bekliyoruz. LÖSEV (Lösemili Çocuklar Vakfı) yararına Odtü'de Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin Balle Tango adlı eseri gösterilecek. Bilet fiyatları gayet makul, ön sıradan arka sıralara doğru değişen fiyatlar şöyle: 15 TL, 10TL ve 7 TL.  Etkinlik saat 20:00 - 22:45 arasında olacak, bilmeyenler için hatırlatalım: ODTÜ'de özellikle etkinlik olduğunda akşamları araç sıkıntısı çekmezsiniz.

Televizyon kanallarında sürekli reklamını gördüğümüz derneğe SMS ile bağış yapmak bile mümkünden, sırf üşengeçlikten ya da güvenememe nedeniyle içimizden şimdiye kadar bu derneğe bağış yapmayan çok sayıda insan çıkacağına eminim.

Fakat şimdi en azından Ankara'lıların hem güzel bir gösteri izleyeme hem de bugüne kadar ertelediği güzel bir şeyi yapma fırsatı var. İşi gücü olmayan ODTÜ'ye koşsun!