27 Ocak 2010 Çarşamba

Çok Yalnızız

Milletin kusurlarını bulup bulup duruyor kıl herif diye nitelendirilmek istemem (sanırım) ama bu sefer de ülkecek çok yalnız olduğumuzu düşünüp duruyorum. Ne kadar sosyal ağımız, çevremiz, efendime söyliyeyim ahbaplarımız bol da olsa, ne kadar konuşacak birileri de olsa etrafımızda kendimizi yalnız hissetmekten alıkoyamadığımızı düşünüyorum.

Nereden vardım bu kanıya? Hemen cevap vereyim, otobüs yolculuklarımdan. Daha otobüse binip, yerimi bulmuşum, montumu çıkarmadan eğer yanımda oturma şerefine nail olmuş bey (bu da ayrı konu, neden bey olmak zorundalar hep?) gelmişse suratında bir gülümseme ile beni karşılar, iyi yolculuklarımı diler ve oturmam için ne kadar da sabırsızlandığı belli etmemek için kafasını cama çevirir, dışarıdan yakınlarına el sallayan insanlara bakar. Popom koltuğa değer değmez, hareket algılayıcı tadındaki abiler ve amcalar hemen "vöhey! nireye yiğenim!" diyerek uzun yol muhabbetini kırmızı kurdale ile açarlar.

ottubus Yol boyunca tipinize göre kim olduğunuz, nereden olduğunuz, kimlerden olduğunuz gibi tahminler yürütüledururken, hiç ilgilenmediğiniz hikayeler dinler durursunuz. Neden çünkü ikinizde birer yabancısınız ve büyük ihtimalle bir daha da görüşmeyeceksiniz, e o zaman illaki anlatmak istenilen ama bir başkasına anlatılmak istenilmeyen şeyleri dinlemek için biçilmiş kaftansınız efendim. Bu tek kullanımlılık bilmiyorum size benimle aynı şeyi hissettirir mi ama ben bildiğiniz tek gecede kirletilmiş, kullanılıp atılmış biri gibi hissediyorum böyle durumlarda.

Ama tüm bunları aşmak, kendini yalnız hissedip, bunu kendine saklamak isteyenlerdenseniz yapacağınız şey çok kolay; bir tane müzik çalar edinmek. Ya da yanlızca kulaklık edinmek de işinizi görebilir ama dışarı çok az da olsa biraz ses vermek, ertrafınızdakileri duymanıza imkan olmadığını açık bir dille ifade edecektir. Ve bir başka önemli nokta da muavin yiyecek içecek uzatırken mutlaka sadece kendinizinkini alın, yanınızda oturana yardım etmeyin. Kimseye yüz vermenin lüzumu yok, kulaklığınızı kendi elleri ile çıkartırlar sonra.

Aman diyeyim!

25 Ocak 2010 Pazartesi

Taklit Edememe Sorunumuz

Türk milleti olarak taklit söz konusu oldu mu bir Çinlinin eline asla su dökemeyiz, emin olun. Adamlar işin hakkını veriyorlar, ha uzun ömürlü olmuyor belki taklitleri ama taklitler bire bir aynı mı ben ona bakarım.

Nitekim taklitteki başarısızlığımız müzikte de kendini alabildiğine farkettiriyor bizlere. Aslında Çok Acayip Bir Şey Bulduğumu değil, "Buldurulduğumu" söyleyebilirim bugün için. Utku'cuğuma bu dandirik gubun klibini bana gönderdiği için çok teşekkür ederim, çünkü adamlar dibine kadar çakma ve bu durum ağzımı sulandırdı!

Önce klibi izlemekte yarar var bittabii:

BOMB'tan bir grubun videosu.

Klibin akabinde isimlerinden başlamak istiyorum, zira klipleri kadar grubun adı da amele: BOMB, meali B. ( Berktan), O. ( Onur), M. ( Murat), B.( Bahadir). (Berktan diye isim mi olur?) 

Sanırım grup adı için şöyle bir konuşma geçti aralarında:

- Oğlum bence grubun adını, isimlerimizin baş harflerinden koyalım, BOMB oluyo ben evde düşündüydüm. Hem İngilizce'de bomba demek, ortamlara bomba gibi düşücez lan! Ne ekmek yeriz piyasada lan!

Bu gençlerin bu albümü (sanırım son albümleridir de aynı zamanda) 2006 gibi çıkmış araştırdığım kadarıyla. Albümlerini yapan şirket bizleri çöp bacaklı, balerinden bozma HEPSİ'ne kavuşturan Stardium şirketi imiş. Ama bu elemanların hamuru eksik geldiğinden tutmamış kıvamları ki HEPSİ gibi ayakta kalamamışlar. (Bunun bana göre iki sebebi var; biri ülkede homofobik bir kitlenin hakimiyetinin bulunması, diğeri de HEPSİ elemanları gibi onunla bununla aşk meşk dedikodularını yaptıramamaları. Unuttular herhalde.)

Klibi izlediğimizde uçan ama eğer grup hakkında azıcık bir bilgimiz varsa, tanımlanabilen cisimler görüyoruz. Bunlar eski HTML tasarımlarındaki kar taneleri gibi havada dolanıp duruyorlar klip boyunca. Bunun ötesinde ben şarkı ile uçmak arasında bir bağıntı da kuramadım. Şarkı hüzünlü, "Sev beni, eğaallaaahıım yardım et bana" tarzında sözler barındırken bunların havada ne işi var?

Bir başka göze çarpan durum ise oğlanların silme GAY görünümlü olmaları. Az önce bahsettiğim gibi ülkece homofobik bir kütle ağırlığına sahipken ve genç kızlarımız yakışıklı ama gay şarkıcılar gördüklerinde kalpleri "çıt" diye kırılırken neden hala bu konsept devamedegeliyor (2006'dan sonra da devam etti bu gelenek)? Pop kültürü, popüler kültür gay olmayı ya da gay gibi görünmeyi mi şart koşuyor? Bence hayır.

Tiplerine baktığımızda ise bu grubun 90'ları açık bir bilinç ile yaşayan nesle direktman Back Street Boys (bekstiriytboyz) ya da 'N Sync (enseynk) aklımıza geliyor çünkü bu elamanlar özellikle Back Street Boys'un bir yerlerinden, herhangi bir efektle düşüvermişler. Birinin sakallı, birinin şapkalı, birinin sarışın, bir tane piercingli rock'a yatkın elemanın, bir tane de uzun saçlı elemanın olması nasıl bir tesadüftür araştırmak gerekir. Peki neden bu adamların her biri farklı bir tarzı sergilemek zorundadır? En azından ikisi birbirine benzese dinlenmiyor mu? Teletubbies söz konusu olduğunda, onlar da birbirinden tip olarak farklı, değil mi?

Arz ederim.

19 Ocak 2010 Salı

Paramı Ver Ulan

Çenemi bedbahtlığa sürükleyen yegane sakızsın Falım! Çok sinirli bir yapıya sahip olduğum söylenemez çünkü gayet uysal, deyim yerindeyse kedi gibi bir adamım artık. Anti-depresanları yutup yutup suratınıza melül melül, neşeli neşeli bakıyormuş gibi de değilim, ama sakinim. Böyle sakin bir ruh haline sahipsem, insanlara iyi davranıyorsam, bunun da bir karşılığı olmalı ki bu güzel, pozitif kısır döngü devam etsin gitsin, değil mi?

Yine aynı mantık çerçevesinde bir bakkala, bir büfeye gidip bir şeyler satın almışsam, bu aldıklarım karşılığında da çıkarıp para veriyorsam haliyle geriye de para almak isterim. Alış-veriş işlemi benim paramın üstünü almamla sona eriyorsa, alana kadar sanki o bakkal, o büfe benimmişçesine bakarım güler yüzle küçük esnafıma. Ama gel gör ki ne zaman adam elini sakızlara yöneltecek olur, o zaman şalterlerim atar, terleme başlar bende ve midem yanmaya başlar. Adam o şekersiz, o küçük ama çiğnedikçe insanın çenesine üç tona kadar basınç uygulama potansiyeline sahip sakızlardan bir-ikisini tutup bana doğru yaklaştırdığında kaşlarım iyice çatılır, para bekleyen avucumun içine bırakıverdiğinde ise dudaklarım büzülmeye başlar.

Dudaklarım en büzük hallerini alıyorken, bakkalın suratı benim dudaklarımın aşağıya kaykılmasıyla gerilir, onunkiler benimkilerin aksi yönünde havaya doğru kalkar da kalkar. "Paramı istiyorum ben, Allah belanı versin senin! Küçücük de olsa paramı istiyorum, sadece iki sakız girse de o lanet olası bozuklukları istiyorum tamam mı!" demek isterim ama uysalımdır, diyemem.

14 Ocak 2010 Perşembe

RTÜK'ü Göreve Çağırıyorum

Epey bir olmuştu, televizyon ekranlarında saçmalıktan da öte bir reklam dolanıyor, ne kadar sakin olsam da onu gördüğümde her defasında sinirlerimi had safhaya taşıyordu. Daha sonra bu markanın ilki ile aynı konseptte çekilmiş ikinci bir reklamı gösterilmeye başlandı fakat sonra ortalık bir duruldu.

Yeni Perwoll'den bahsediyorum, şu içerisinde ensest ilişki zinciri barındıran markanın reklamı. Hani kabaca aktaracak olursam:

[...]

- "Oh daş gibi çocuk ha! Simsiyah, yepisyeni göyneği de ayrı bir hava gatiyür!"

- "Ayol o yeni değildir bacım, bildiğin eski gömlek."

- "Sen nereden biliyorsun ki bunu komşu?"

(Bilinmeyen bir yerden, defilenin ortasında Yeni Perwoll'ü çıkarır.)

- "Aha bununla yıkadım ben onun gömleği, ben o yiğidin yavuklusuyum."

- "Ben de ablasıyım ayol. Nasıl çakışı iyi mi?"

- "Elhamdülillah."

[...]

Siyah Sihir Derken? Afro? Hadi canım öyle değildir! İleri gittim, affedersiniz, ama şimdi sen ablası olduğun adama ne diye sulanıyorsun reklamın en başında bre kitapsız! Tabii asıl takıldığım konu bu değil, kim kime ne yapmış zerre umrumda değil, benim merak ettiğim o Yeni Perwoll o kadında, o mekandayken ne işi vardı ve neresinden çıkıyor? Çanta gibi gözüküyor ama inanmıyorum. Çantadan deterjan çıkarmak süper güç gerektirir, bu süper güç de sadece %100 yerli malı olan Ayşe Teyze'nin damarlarındaki asil ve de pür-ü pak kanda mevcuttur, o kadar!

10 Ocak 2010 Pazar

Her Şeyin Bir Adabı Var

Ne yapıyorsunuz lan arka sıralarda? Evet, her şeyin gerçekten bir adabı, bir sınırı, efendime söyliyeyim bir mantığı vardır, yoksa da olmalı. Uzun zamandır farkettiğim bir şeyi farkettiğimi farkettim az önce; dizilerde, daha doğrusu lise hayatı ve liseliler üzerine hikayeler anlatan dizilerde nedense bildiğimiz “adam” ve “kadın”lar oynatılıyor. Adamların sakalları traş olmalarına rağmen yerli yerinde, saçlar dökülmüş; hanım kızlarımız ise okulda suratlarına papağan çarpmış gibi rengarenk, ağır makyajlarla takılıyor ve de sanki devlet okulu değil de Gossip Girl dizisinde nakşedildiği gibi özel koleje gidercesine saçlar ya rengarenk ya da teneffüs arası kuaföre gidilmiş gibi günün modasını yansıtıyor.

Haydi diyelim ki liseye giden gençler arasında iyi rol yapanlar çok zor çıkıyor, bu kadar popüler bir dizi formatı için yeterli yetenekler kolay kolay bulunamıyor, arkadaşım o zaman eli yüzü düzgün, genç görünümlü insanlar arasanıza oyuncular arasından. Sizin yüzünüzden liseli ergenlerimiz “benim neden böyle sakalım çıkmıyor”, “bizim okulda pembe saça izin verilmiyor” diye depresif havaların birinden öbürüne koşmasınlar.

Arz ederim.

5 Ocak 2010 Salı

Yeni Yılın ve Yeni Yaşın İlk Yazısı

Yeni yıla veya yeni yaşa girerken laylaylom eğlenmesi pek güzel, pek hoş efendim lakin aklaşan saçlar, gerilen sinirler, yağ bağlayan göbekler (hamdolsun bende daha yok) insana yeni bir seneye girmiş olmaktan ziyade bir seneyi daha atlatmış tadı veriyor. Bir de bunun üzerine Ankara’nın kupkuru, ilik donduran soğuğu eklendiğinde insan kendini ne kadar “mutlandırıyor” anlatamam.

Her sene bitiminde olduğu gibi yine zamanımın bir bölümünü eskilere, küçüklüğüme doğru döndürerek harcadım zihnimin merceklerini (Devrik cümleler bir olgunluk havası katıyor sanki, değil mi?).  Her ne ise, dediğim gibi eskilere doğru çıkınca yola aklıma ilk olarak küçükken yaptığım şerefsizlikler geliyor. Hayvanlıktan, arsızlıktan, haytalıktan ne kadar da zevk aldığımı hatırladım.

Örneğin anaokulu-lise dönemi arasında kafamı 12-13 kere yardığımı hatırlıyorum. Her aklıma getirdiğimde sağlamasını yapıyorum teker teker çünkü hiç de inandırıcı gelmiyor. Açılışı çok iyi hatırlıyorum ama; anaokulunda nedendir bilinmez tazı gibi koşarken karşımdan bana doğru koşan 5. sınıf öğrencisi olan hayvan bir kız bana bodoslama, göz göre göre çarpmıştı ve merdivenlerden yuvarlanmıştım. İlk kelebeğim böyle kondu başıma ve hiç unutmam kafamı uyuşturmadıkları halde dikişten acı duymadığımdan, anneme “Ehehh bir daha yarsam da bir şey olmaz ki, hiç acımıyor.” diyerek kendi kaderimi yazmış bir insanım aynı zamanda. Şu an saçımı 3’e vurduramıyorum, her yer delik deşik, çin seddi gibi.

Mesela ilk kendi bisikletim olduğunda babam sahil yoluna öğretmeye götürmüştü. İlk denemede sürmeyi başardım ama durmayı başaramadığımdan bir amcanın ayağını ezmiş ve en sonunda sokak lambasına şarparak durabilmiştim.

Dövüş Budur! Ablamla ta üniversiteye başlayana kadar evde gayet Amerikan Dövüşü yapan iki kardeştik. Saç çekme desen saç çekme, koltuktan (ringten) yerdeki adamın üzerine düşüşe geçmek desen öyle… Sonra birden ablam melaike oldu, ya da içine cin kaçtı. Ben ikisinin ayrımını yapamıyorum.

O kadar da kötü değildim içsel olarak, daha ilkokul zamanı empati kurabiliyordum. Zillere basıp kaçarken hep vicdanım sızlamıştır misal, ama tabii bu zillere basmama ve özellikle de kaçmama engel teşkil etmiyordu.

bebek4 Ama şerefsizlikte bir numaralı eylemim sanırım oyuncak faremle, farenin “F”sinden ödü kopan alt komşumuzu kucağında bebek sallarken korkutmak olmuştur. Çocuğu “sallayıp” koltuğa fırlaması bir olmuştu ben fareyi kurup ortalığa salınca. Çocuğa ne oldu hatırlamıyorum, işin orası hiç eğlenceli olmadığından aklımda yer etmemiş.

Böyle neşeli bir çocukluğu olan birisi için yaş atlamak hiç kolay olmuyor azizim, hiç…