Atakan Özgün arkadaşımın güzel bloğunda konuk yazar olarak bir yazı yazdım, takip edilesi bir blog oluşturuyor kendisi.
Bakmakta fayda var: http://atakanozgun.com/blog/alpha-male/
Atakan Özgün arkadaşımın güzel bloğunda konuk yazar olarak bir yazı yazdım, takip edilesi bir blog oluşturuyor kendisi.
Bakmakta fayda var: http://atakanozgun.com/blog/alpha-male/
Kadrosunda ülkenin en dandirik, kofti-sosyetik, çakma entelektüel köşe yazarlarını da bulunduran Hürriyet Gazetesi sadece haberleri ve reklamlarıyla da koca bir kitaba kaynak oluşturabilir.
Gerekli besinimi internet baskılarından yeterince aldığım için bugün sırf hakkında yazmak için bir şey bulayım diye aldım gazeteyi. Ekleri ile satıldığı ücreti katbekat hak ediyor doğrusu Hürriyet. Resimleri ve haberleri eskiden olduğu gibi makasla kestim ama bu seferki amaç duvara asmak ya da halının altında saklamak değil, tarayıp sanal ortamıma koymak.
Hürriyet’in tarihi köşesi Güzin Abla’nın orijinal olanı Fatma Güzin Sayar bilindiği üzere vefat etti, yerine de 1998 yılından beri kızı Feyza Algan dertlerine derman olunması için okurlarının yolladığı mektup, elektronik posta ya da fakslarla hergün uğraşıyor sağolsun. Hergün çok absürd yazılar gelmesine rağmen sanırım benim şansıma çok uçta olmayan yazılar gönderilmiş bugün. Resme tıklamak sureti ile okunabilecek boyuta getirip bir göz atarsanız, üniversite mezunu bir kadının sevdiğini 11 yıl bekledikten sonra aldığı olumsuz cevapla kendini sanal aleme, evlenme sitelerine verdiği, ilk gördüğüyle de evlendiğini okuyacaksınız. Her şey normal gibi ama hangi insan bir diğerini 11 yıl iş olsun diye bekler. İyi ki sanal alemin geliştiği bir dönemdeyiz, yoksa ömür boyu bekleye debilirdi hanım kızımız.
Daha sonra Ankara ekinde de Selami Şahin’in 30-31 Ekim tarihlerinde Ankara’da, bir ocakbaşı restoranında olacağının haberini veren bir ilan gördüm. Kaliteli espriler yapan arkadaşları ya da yakınları olup da bunlardan sıkılan ve biraz da sığ şeyler duymak isteyenler için Selami Şahin’in Nil sularında ıslanmış, Sahra Çöl’ünde kavrulmuş, türbe geçmiş komiklikleri sanırım aradıkları şeyler olurdu. Sadece 2 gala imiş, birine gitmek lazım.
Her ilde üniversite açmanın anlamsızlığı, Başbakan’ın bunları açtıktan sonra “Her fakülte bitiren iş bulacak diye bir şey yok!” demezden önce de biliniyordu zaten. Kulaktan kulağa “aaa ne dedi!” diyerek salağa yatmanın manası yok. Haberde üniversite öğrencilerinin politika ve ekonomi okumayı sevmedikleri, işlerinin güçlerinin Olasılıksızlık, Twilight (Alacakaranlık) serileri, Penguen, Uykusuz okumak olduğu yazıyor. Her üniversite kütüphanesine cemaat evlerindeki gibi halıfleks halı (buralardaki halıların “ayak kokusuz” olması lazım ama) ve fotoğraftaki gibi birkaç tane de yerde yatarak kitap okuyan hatun buldun mu bak nasıl okumaya başlıyor üniversiteliler. Beytepe Kütüphane’sini 24 saat kesintisiz olarak açık tutmaya başladıklarından beri Hacettepe ergenlerinin ne denli okur olduklarına dair çok kesin bilgilerimiz yok değil.
Son olarak da çiçek ekimi ile alakalı bir yazı var. Belediye çicek ekecekmiş, kış bitkileri… Benim ilgimi çeken bu değil zaten, asıl yazmak istediğim her gün yolumun üzerinde duran TBMM’nin önündeki çiçekleri neden 15’er gün arayla söküp söküp tekrar diktikleri. Şaka falan da değil, çiçekleri söküp dikmekle uğraşacaklarına Meclis önündeki otobüs duraklarının oradaki lağım kokusunu engelleseler daha makbule geçer. Gökçek bu şehre nasıl ödül getiriyor, aklım sırrım ermiyor (Şaka şaka eriyor, kesin komiteye yemek ısmarlıyordur çakal!)
Dil ağırlıklı program sunan liseleri kazanmayla, her ailede bir dram da başlar esasında. Aileniz eğer dilden uzaksa, sizin dil bilmenizle gururlanıp bu olayı kendilerine mal etmeleri ve sizden sonuna kadar yararlanmaları işten değildir.
Nerede bir yabancı görülse “Oğllum bak turist, hadi konuşsanıza” cümleleri kulaklarda çınlıyor, nerede yabancı dilde bir yazı var hemen evlada koşulup ne demek olduğu ona danışılıyor. Örneğin ben babamın zamanla unuttuğu, şu vakitler de “çat pat” olarak açıklanabilecek İngilizcesi sayesinde pek bir sıkıntı çekmedim lise ve üniversite hayatım boyunca. Ama üniversite ile birlikte profesonel çeviri yapmaya da başlamamla özellikle ailede dedemin gözünde tam bir yaz boyunca büyümüş de büyümüş, nerede bir yabancı dilde kağıt parçası varsa, kendimi onları çevirirken buluvermiştim. Bu çevirileri zamanında kuzenim çevirirken, çeviriyi iş edinmiş ve el altında olan başka bir torun dedemi çevirtecek materyal aratmaktan bitap düşürmüştü.
Düşünün, bir yanda 2 hafta içerisinde bitirilmesi gereken bilmemkaçbin liralık sayfalarca çeviri duruyor, diğer yanda da dedenin BİM’den, Migros’tan ucuz diye aldığı ama evde zaten 5 tane daha aynısından olan şarjlı ışıldaklar (Allah İhlas’ı bunları hayatımıza soktuğu için bildiği gibi yapsın), pilli-pilsiz tornavida setleri, zaten yıllardır kullanılan, kaldı ki kendisinin değil anneannemin pek de güzel kullandığı çamaşır makinası gibi aletlerin kullanım klavuzları duruyor.
Ne zaman Ankara’dan bayram ziyaretleri için yanına “Ben geldim dedeciğim” diye gitsem, canım dedem bana aşk mektupları yazıp, biriktirip birbirine lastikle tutturmuşçasına elime sıkıştırdığı bir tomar kağıt parçası ile “hoşgeldin” diyor. Bir de hergün biriyle çevirilerin bitip bitmediğini kontrol etmesi de cabası tabii.
Dil öğrenmek çok güzel bir şey, aslına bakılırsa ailede “dil bilen” olmak da bir o kadar güzel. Ama bunu hala ailede yabancı dil kavramını “gevurca” olarak gören büyükler varken dikkatle düşünmek lazım.
RTE ile Baykal bu hafta bir nikâha davetliydiler nikâh şahitleri olarak. Haberi ilk olarak Radikal’de okudum ve birbirlerine bir türlü kavuşamayan bu iki bahtsız “lider”in artık kabak tadı veren TV dizisi kıvamındaki buluşup konuşamama fiyaskolarından sonra bahsettiğim haberin başlığını görmek beni ziyadesi ile güldürdü (bkz. yarılmak).
Başlık tam olarak şöyle idi: “Erdoğan ile Baykal nihah masasında buluştu.” Kendileri adına çok sevindim, en az 3 çocuk bekliyorum bu mutlu çiftten.
Neyse konuyu bağlamışken, dağıtmadan sayın Hoşbakan’ımızın dilinden bir ara düşürdüğü ama artık bir tik gibi yeniden benliğini teslim ettiği “en az üç çocuk emri”ne (İng. three children code) geçeyim. Çocuklar geleceğimizin teminatıdır derken tam olarak ne anlaşılıyor merak içindeyim, zira büyüklerimiz bu cümleyi sarf ederken sanırım “Bir böbrek 3 bin dolar etse, bir karaciğer nereden baksan 6 bin eder” diyerek organ mafyası kafasıyla düşünmüyorlardı eminim.
Meydanlarda ses çatlatarak, güneş gözlüğü ile karizma yaparak halkın her kesiminden üç adet çocuk sipariş etmek yerine benim daha mantıklı bir çözümüm var, ki küçük hesap insanlarına da gayet mantıklı gelecektir: Durumu gerçekten çok şahane olan, gelecekten tek kaygısı planladığı yıllık kârlılık oranını yakalamak olan ülkenin değerli kodamanları en az 3 çocuk yapsın, kendine dahi zor bakan yurdum insanı ise karne ile çocuk yapsın, onlar da günümüzdeki gibi tek kalemde harcansınlar. Böylece ülkenin refah seviyesi tavan yapar, zenginlik oranı artar.
Saatlerini geri almayan varsa ceza olarak 2 saat geriye alsın hemen.
Bir kavramın en üst ifadesine nasıl ulaşılır sorusunun cevabı, önüne pekiştirici bir sıfat ya da miktar zarfı getirmek olacaktır. Yani “çok acayip bir şey”deki gibi “çok” kullanarak acayipliğin sanıldığından daha acayip olduğunu vurgulamak gibi şeyler anlatmak istediğim şey.
Bir de genellikle Türk dili hocalarımızın kendilerini ne kadar da bilgili, ne kadar da entel, efendime söyliyeyim ne kadar da kel kafalı olduklarını gözümüze sokmak istediklerinde dile getirdiği tek bir yanlış kullanım bulunuyor: Zaten en üst seviyede ifade edilen bir kavramın ifade seviyesinin daha da yukarı çıkarılmaya çalışılşması. Buna dair bilinen tek örnek “kesinlikle yasaktır” örneğidir.
Hocalara takmışım gibi oldu ama bir yandan da haklılar, kurulu düzeni bozuyor bu ifade düşünecek olursak. Bize de söylendiği gibi tek bir yasak vardır ve bu çiğnenmemelidir, o yüzden de “kesinlikle yasaktır” gayet saçma bir uyarıdır.
Ama ben bunun bir açıklamasını yapıp herkesi bu durumdan kurtarmayı planlıyorum (Türk Dili dersini alacaklar afiyetle kullanabilirler). Şöyle; Yaptırım nedir? Bir yasak çiğnendiğinde uygulanan nahoş şeydir, cezadır. Peki biz insanoğlu olarak yasakları çiğnemeye karşı eğilimli miyiz? Bittabii! E, o zaman “Yasaktır!”ı çiğnemenin yaptırımı kulak çekmek falan olabilir en fazla, çünkü yaptığın çok da bir şey değil, yasak alt tarafı. Ama gelgelelim “Kesinlikle Yasaktır!”ı çiğnersek köylerde falaka, şehirde nezaret ve hapisle sonuçlanması gerekiyor. Yani “Kesinlikle Yasaktır!” kullanımı aslında bir yanlış değil, sosyolojik ve psikolojik araştırmalarla ortaya çıkarıldığını düşündüğüm mükemmel bir uygulamadır.
P.S. ‘Türkiye’de yaptırım nedir? Kısmi cezadır.’ gibi soru ve cevapla bu durumun Türklerin kural tanımazlığı yüzünden ortaya çıktığını ve Türklere has olduğunu söyleyemeyiz çünkü İngilizce’de de “strictly forbidden” ifadesi var. Yani biz tüm dünya olarak dayaklığız.
Dediğim gibi Dost’a malzeme toplamaya gittim, hatta buldum da bir kitap “geyik köşe yazım” Burak Çınar Okuyor için, başını sonunu da okudum hemen. Ama evvelinden ilgimi çeken başka bir şey olduğundan ötürü bu kitap yerine onun hakkında yazmak daha işime geliyor şimdi. Arzım ve talebim bu doğrultuda.
NTV’nin pek de güzel “Dünya Klasikleri Çizgi Roman Serisi”ni bilmeyen kalmamıştır, zaten çizgi roman hayranı olduğum için aradan çıkarayım bunu istiyorum. Hastalığımdan ötürü gittim birinci basımını edindim hemen en son seri olan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını. Daha sonra biraz dolaştım itiraf etmek gerekirse malzeme bulmak için ve Shakespeare’in Macbeth’inin “manga” olarak hazırlanmış çizgi romanını buldum. Görünüşe göre edebiyat camiası NTV yayınlarına olan talepten sonra bir hışımla bu pazara atlamış.
Kapağı ve içeriği gördükten sonra “Bu nasıl Machbeth ki?” dedim kendi kendime. Manga eserler Japon kültürünü alabildiğine yansıtsın bittabii, bizim karikatürlerimiz nasıl diğer tüm çizgilerden farklı ise manga çizimleri de Japonlara has, tamam. 15 yaşımdan beri alıp biriktirdiğim için çizgi roman koleksiyoncusu bile sayılırım, o kadar çok seviyorum çizgiyi ama şimdi arkadaşım gidip de Allah’ın İskoç kralı Macbeth’in elinde samuray kılıcı, başında bandana, üstü çıplak, altında da “eşortman” altı ile çizersen bildiğin saçmalarsın.
O ne o arkadaki? Japon malı televizyon direği mi?
Bir maymunun anlamlı bir eser yazabilmesi mümkün müdür? Maymun, düzenli tek bir cümleyi bile rastgele de olsa yazabilir mi?
Tesadüfen bile tek bir cümle yazılamazken koskoca evren tesadüfen meydana gelebilir mi? Tartışınız.
"Pazarları genellikle Cem Uzan'ın aile günüdür. O gün aile üyeleri ve lise arkadaşları ile bir araya gelir. Biz de birçok kez şarap içtik.”
TATİL GÜNÜNÜN İSMİ | SÜRE | GÜN |
YILBAŞI | 1 GÜN | 1 OCAK |
ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI | 1 GÜN | 23 NİSAN |
EMEK VE DAYANIŞMA GÜNÜ | 1 GÜN | 1 MAYIS |
ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI | 1 GÜN | 19 MAYIS |
ZAFER BAYRAMI | 1 GÜN | 30 AĞUSTOS |
RAMAZAN BAYRAMI AREFESİ | 1/2 GÜN | 19 EYLÜL |
RAMAZAN BAYRAMI | 1. GÜN | 20 EYLÜL |
RAMAZAN BAYRAMI | 2. GÜN | 21 EYLÜL |
RAMAZAN BAYRAMI | 3. GÜN | 22 EYLÜL |
CUMHURİYET BAYRAMI | 1,5 GÜN | 28 EKİM 29 EKİM |
KURBAN BAYRAMI AREFESİ | 1/2 GÜN | 26 KASIM |
KURBAN BAYRAMI | 1. GÜN | 27 KASIM |
KURBAN BAYRAMI | 2. GÜN | 28 KASIM |
KURBAN BAYRAMI | 3. GÜN | 29 KASIM |
KURBAN BAYRAMI | 4. GÜN | 30 KASIM |