30 Eylül 2009 Çarşamba

Koskoca Amerika'sın, Küçüklerini Sev!


Newsweek dergisinin 24&31 Ağustos haftasında çıkan sayısında göz gezdirir iken Amerika'daki küçük işletmeler/serbest meslekle iştigal edenler üzerine yapılmış bir istatistik, bu istatistiğin diğer ülkelerinkiler ile de bir karşılaştırması olduğunu farkettim. Durumun acayip olarak tanımlanabileceğini düşünerek buraya taşıdım (Resim size görme sorununa sahip olduğunuzu hissettiriyorsa buraya tıklayarak rahat bir nefes alabilirsiniz).

Bu köşeyi okuyunca koskoca kıtanın küçük işletmeleri barındıramadığını üzülerek gördüm. Meğer Amerika büyük seviyor, küçüğe burun kvırıyormuş, ne yazık. Amerika en fazla serbest meslek sahibi oranına sahip iki ülke olan Yunanistan ile İtalya'yla kıyaslandığında bu ülkelerden 5 kat daha az serbest meslek sahibi insana sahipmiş.

Küçük imalathane/üretici bakımından kıyaslandığında ise "gelişmiş" ülkeler arasında bu türdeki firmalara en az sahip üçüncü ülke imiş.

İçim karardı, gözlerimden yaş geldi. Neyse, devam...

Yine gelişmiş ülkeler arasında küçük AR-GE firmalarına en az sahip üçüncü ülke olarak listelerde boy gösterirken, bilgisayar destekli hizmet veren küçük işletmeri barındırmada da sondan ikinciymiş kendileri.

Halbuki küçük işlerle, işletmelerle paranın dibine vurmak hiç de zor değil bilindiği üzere. Bu listeyi 'muhtelif yerlerinden ter dökerek geçinmeye çalışan küçük işletmeler' olarak başlıklandırmak gerek aslında.


29 Eylül 2009 Salı

Kendini Şiire Vermiş Hanım Kızlarımız


Çok kısa acayip bir şeyden bahsetmek istiyorum. Kimseyi edebiyatla iştigal ediyor, ilgileniyor diye eleştirecek halim yok elbette ama ta ben ortaokuldayken beridir çevremdeki kız arkadaşlarımın yazdıkları şiirler o kadar zoraki yazılmış gibiler ki, kendimi bu arkadaşlarımın yerine sıkıntıya sokmaktan alamıyorum. Asıl içimi kemiren soru: Her kadın şiir yazmak zorunda mı?

Var böyle bir sıkıntı gerçekten, çevremdeki her kadın delicesine bir şeyler üretme peşinde. Ama bunlar nedense mutlaka depresif bir konu işlemeli: kavuşamama, terk ediliş, tek başınalık, dertleri içine atmak zorunda kalma halleri, feryat figan falan filan…

Benim kendi kendime geliştirdiğim bir teori var, o da ergenlik yaşlarında Cengiz Kurtoğlu dinleyen kadınlarda bu durumun mutlaka vuku bulduğu. Çevremde rastladığım böyle şiir sevdalısı kadınlara “Sen de Cengiz Kurtoğlu dinler miydin? “ diye sorduğum zaman cevabı aldığımda oluşan o duygusal hava bana beni nasıl da bağırlarına bastıklarını hissettiriyor. Çok duygusalsınız, kendini şiire vermiş hanım kızlar! Hepinize teessüf ediyorum.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Köşe Yazarı Olmak


Bunu herkesin farkettiğini düşünüyorum, herhangi bir gazetede köşe yazarı olmanın duygusunu değil, pek çok köşe yazarının yazma üslubunu. Gazeteyi açıyorum, köşelere bakıyorum satırlar sağ köşeye ulaşmadan alta geçmiş hemen, altında da bir satır arası. Örnek verecek olursam:



Ali bugün ata bindi.

Ama bu atın sahibi kimdi?

Kimindi bu at?

Bilmiyoruz...

Elbetteki bu atın bir sahibi var.

Olmalı da zaten.
...

Absürt mü oldu örneğim, o vakit gazetede yayımlanmış bir tanesini örnek vereyim hemen (kaynak belirtmiyorum, ya da belirtsem mi? Of tamam buradan ulaşabilirsiniz):

[...]

Daha gerçekten her şeyin başındaydı.

23 yaşındaydı.

Düşünün, 23.

Yaşayabileceği daha tonla şey vardı.

Ama hayata veda etti.

Kahrolası eroin yüzünden.
[...]

Benim kafasındakini günlük köşesine sığdıramayan, kitap okumaktan saçları ya beyazlamış ya da tel tel kalmış, yazdığını seksen kere gözden geçirip daha akıcı, daha anlaşılır nasıl anlatırım diye saatlerce oturmaktan poposu oturduğu sandalyenin, koltuğun şeklini almış, gözleri kan çanağı olmuş, erken yaşta uzak ve yakın gözlüğü diye yanında iki gözlük taşımaya başlamış köşe yazarımın suçu ne allasen? Tamam kısa cümlelerin kullanımı vurguyu artırır ama bütün bir yazıyı bu şekilde yazmasının daha iyi olacağını kim öğütledi bunlara?

Ya da bizim günlük gazete okurlarımız geri zekalı mı da tane tane "Bak bu kız hayata veda etti. Yani öldü. 23  yaşındaydı daha. 23 yıl olmuştu doğalı sadece. Anladın mı? 23 tane ayrı ayrı yıl." diye anlatıyorlar dertlerini?

Okurlara bir şans verin, cümleniz satır sonunu görsün. Emin olun ki onlar eğer köşeyi dolduracak kadar dolu değilseniz, 2 ya da 3 tane konuyu o gün ele almanız için size şans verirler.

Buna dünden razıdırlar.

Korkmayın yani.

Ürkmeyin.


27 Eylül 2009 Pazar

Ayşe Arman ve Acayip Konuları

İnsanı gerçekten kıskandırabilecek bir kadın, Ayşe Arman. Mutlu sosyetik bir ailesi, şirin bir bebeği ve Dubai'de bir hayatı olan, işi gücü acayiplikler bulup yazmak, acayip insanlarla acayip konularda röportaj yapmak olan bir insan nasıl kıskanılmaz ki?

Gelelim bu Pazar Hürriyet'te çıkan, yandaki resimde başlığını gördüğünüz röportajına: Her erkek bir erkekle sevişmeyi merak eder.

Eşcinsellik günümüzde eskisine göre çok daha fazla sempati ile karşılanıyor ama İslam dininin ağırlığı, "falanca"nın görüşü pek tabii asıl karar merciilerini oluşturuyor. Ayşe Arman'ın bu röportajda paylaşmak, açığa kavuşturmak istediği şey ne yazarın yeni kitabı, ne de ülkemizdeki eşcinsel anlayışının bugünü. Aksine kendisi entel çevrede bol yumruklu bir savaş başlatmak niyetinde.

Türkçe öğretmenliği yapmış, yine Türkçe'nin kullanımı ile ilgili kitapları olan yazar Feyza Hepçilingirler bir yazısında, Ayşe Arman'ın tanıttığını sandığımız kitap hakkında vermiş veriştirmiş, eşcinsel edebiyatı yaptırtmam diyerek bol tükürüklü bir tartışma yapmış (ben Hepçilingirler'in bu yazısını okumadım, Ayşe Arman'dan öğrendim) ve Ayşe Arman da bunun üzerinden  bir cinlik yapmak istemiş. Başlık olarak da böyle şeylerin kendilerine ters geldiği "Türk erkekleri"ni odak noktası belirleyerek "Herk erkek bir erkekle sevişmeyi merak eder" cümlesini seçmiş.

Asıl acayip olan ise yazar Ahmet Tulgar'ın kitabı hakkındaki şu cümleleri: "Kitapta eşcinsel sevişme diye bir şey yok. Belki bir-iki yerde, birkaç cümle ve imayla bir sevişmeden söz edilebilir, o kadar."

Başka bir acayiplik de, başlığın sahibi de yazar değil, Ayşe Arman'ın oluşu. Onu da şu diyalogtan çıkarıyoruz:
-Her erkek sence, bir erkekle sevişmenin nasıl olduğunu merak eder mi?
-Galiba öyle ya.
[...]

Ben kadınlardan ve özellikle Ayşe Arman'dan ölesiye korkuyorum. Lakin şimdi bulduğum, farkettiğim şey ise çok ilginç: Ayşe Arman Dubai'den ve kızından bahsetmeyi bırakmış. Acayip ismiyle okurlarının gönüllerine taht kuran kızı Alya düştü aklıma şimdi. Göbek bağını nereye koydular acaba, merak ettim bak. Ben en son orada kalmışım...


Çok Acayip Bir Duygu: Yeni Traş Edilmiş Enseye Dokunmak

Çocukluktan beridir her berbere gidişimde traşın çabuk bitmesini bekleyişimin sebebi oturmaktan sıkılmak değil, aksine traştan sonra kafamı aşağıdan yukarıya doğru sıvazlamak sureti ile "yepisyeni" ense traşımın tadını çıkarmayı beklemekte sabırsızlanmamdır. Bu konuyu çok ciddiye aldığımdan dolayı traş bitene kadar ortaya çıkması muhtemel her türlü olumsuz etkiyle baş etmek zorunda kalmak bazen aşırı strese neden bile oluyor. Genelde yaptığım hazırlıklar kuaföre girmeden bozuk para hazırlayıp bahşişi önceden cüzdanda ayrı bir yere koymak, ne kadar sarıp sarmasalar, boğazıma malzemesini bilmediğim streçler dolasalar ve traştan sonra başımı ne kadar yıkasalar da asla kurtulamadığım kesilmiş saçların traştan sonra kaşındırmasını azaltacak kıyafetler giymek, kuaförümün muhakkak açacağı güncel konulardan habersiz olmamak için önceden gazetelere bir göz atmak ve de en önemlisi berber koltuğuna oturduğumda ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirip olası "değdirme"lerden sakınmak gibi şeyler (ben bunu bir derece daha abarttım ve kuaförüm olarak yaşlı ama deneyimli bir kuaförü seçtim).

Aslında her birimiz, özellikle erkek bireyler, ense traşına çok duyarlı insanlarız. İçimizdeki çocuk sevgisi olarak halka açtığımız, oysa içimizdeki ense traşı sevgisi olarak bastırdığımız bu dürtüdür, nerede saçı yeni kesilmiş çocuk görsek kafalarını sihirli küre ya da karpuz gibi santim santim okşama nedenimiz gibi geliyor bana.

Özellikle kadınların bu konuyu kendilerine avantaj olarak kullanabileceklerini düşünüyorum çünkü eğer bir erkek yeni traş olmuş ve eliyle ensesini sıvazlıyor ise, o erkek mutlu bir erkektir.

26 Eylül 2009 Cumartesi

"Dünyalılar olarak lanet yaratıklarız" Sendromu

Bunu bir-iki hafta önce farketmiştim ama tekrar bir gazetede haber olarak görünce hatırladım: Dünyanın baltanın gerçekten girmemiş bir yerine kamera sokup yeni birkaç canlı türü keşfetmişler ve buna istinaden yazılan haber sitelerinin yorum kısmına çoğunlukla "İşte artık bakir Dünya diye birşey kalmadı", "Sonunda bu hayvanların da hayatlarını mahvedeceğiz!" tadında şeyler yazılıyor. Özeleştiri yaptıklarının farkında olmadıklarından kendilerini kutlama gereği görmüyorum bu beyinlerine süpürge uğramamış (ne kadar edebi bir şekilde kültürümüzde büyük yeri olan "örümcek ağı"na atıfta bulundum farkettiniz değil mi?) vatandaşlarımızı.


Ben sizi daha dün gördüm yerlere tükürürken, kağıtları kullanıp kullanıp çöpe atarken, bira şişelerini depozitosu yoksa parklara bırakırken... Sizin daha doğa ve habitat gibi kavramlardan haberiniz yokken, kulaktan dolma yakınmaları sanal ortamlarda utanmadan insanlarla paylaşmanızı kınıyorum. Ayıp denen birşey varmış, onu da duydunuz mu? Doğayla beraber Türk dili de mahvediliyormuş haberiniz oldu mu?


İnsan düşünebilen bir hayvanmış ama zamanında evcilleştirilmeden doğal ortamında kalması gerekiyormuş. Ve artık çok geçmiş.

25 Eylül 2009 Cuma

Nil Karaibrahimgil makale yazarsa...

İnsan'ın düşünen bir hayvan olduğunun yanında, yine insanın bildiğimiz "hayvan" olduğuna inanan bir birey olarak, hayvanı olduğum bu dünyayı korumak adına elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Greenpeace derneğine üye olmamın vesilesiyle sürekli elektronik postalar alıyorum bu dernekten ve bugün gelen postada Nil Karaibrahimgil'in bir makalesi haber veriliyor. Makaleye buradan ulaşabilirsiniz.


Ben eskiden bu hanım kızın (kendisi yaşına karşın genç görünümü ile tam bir "How I met your mother" (bkz. Annenizle nasıl tanıştık) oyuncu profili sunuyor bence) ne kadar şeker, çıtı pıtı olduğunu düşünürken yaşı da her zaman aklımın bir köşesindeydi elbette. Şimdiye kadar gözüme hiçbir kusuru batmamış, nazarımda akıllı uslu bir insandı da aynı zamanda. Derken bu gelen posta ile yukarıda bağlantı adresini verdiğim makale kıvamından uzak, "Bence kelebekler çok tatlı" ayarındaki paragraf topluluğunu okudum ve emin olun bütün Nil görüşüm değişti.

Tespitleri beni benden alan Nil Hanım'ın bir paragrafını paylaşmadan edemeyeceğim:

"Aslında bana sorarsanız, dünya su canlılarının. Çünkü dünyanın çoğunluğu suyla kaplı. Karalar, okyanuslara kıyaslandığında ne ki. Karadakiler, onların yanında azınlık."

Aman benim güzelim ne de güzel tespitler yaparmış! Hanimiş de hanimiş!

Büyük bir azınlığın üyesi olarak, kendisini kınıyorum ve kara memelileri dünyasında terbiyeye davet ediyorum. Eğer makaleyi redaksiyonsuz yayınladılarsa sadece dilbilgisi için kendisini kutlarım, o kadar.

Stereoskop

Günlük olarak üşenmeden takip ettiğim nadir web sitelerinden biri olan Yahoyt.com'da ismini ve cismini gördüğümde, beynime mani olamadan bakışlarım karşımda duran ofisteki odamın açık kapısının ardına kaydı ve kitlendi.




Hac, umre ve bilimum sınırdışı dini vazifeler konusunda hayli tecrübeli olan bir sülaleye sahipseniz hele, Stereoskop dendiğinde dikkat kesilmiş bir kedi gibi kaşlarınız hilal biçiminde yukarı kalkması ve kafanızın direkt olarak profilden poz verme pozisyonu alması işten değil. Hac'dan gelmiş bir Stereoskop ile Almanya gibi Avrupa ülkelerinden gelen Stereoskop'un arasındaki farkı açıklamaya lüzum dahi görmüyorum. Birinde Hacer-ül Esved, diğerlerinde ise erotik görüntüler zamanın meraklı kitlesine hitap etmekteydi. Çocuk kitle olarak elbette erotizme değil Allah'a yakın olduğumuzdan, bizim Stereoskop'larımız Mekke ve yöreleri ile alakalı idi (kendimi kale almayıp, yine de açıkladım).

Her ne olursa olsun, sınırdışından gelen her zamane teknolojisinin karizmasına, albenisine sahip olan bu aleti  tekrar gördüğümde geçmişe gidip beynimde "çırt tık!" efektini ve "enee!" nidasını canlandırmadan da edemedim.